Roma’da binlerce fotoğraf çektim. İçinden birkaç tane beğendiğim de var. Yine de bu binlerce fotoğrafın yerine sadece bir tane fotoğraf çekebilmeyi isterdim. Aradan geçen zamana rağmen hala dondurmak istediğim o anı hayal ederim ara sıra. Nasıl bir an olacağını ve nasıl bir fotoğraf olabileceğini düşünürüm. Büyük bir kayıp o fotoğrafın çekilmemiş olması. Bu kaybın telafisinin ise ancak hiç çekilmemiş o fotoğrafın hikayesini anlatmak ile mümkün olacağını düşünüyorum.
25 Aralık gecesi Roma şehirler arası otogarında otobüs bekliyordum. Diğer gecelerin aksine otogar terk edilmiş gibiydi. Sadece bir Rumen aile ve evsizler vardı koca garajda. Bu anormalliğin sebebini anlamam uzun sürmedi. Yanımıza yaklaşan güvenlik görevlisi, Noel gecesi olması sebebiyle hiçbir otobüsün işlemeyeceğini, bunu tahmin etmemiz gerektiğini söyledi. Benim için berbat bir haberdi bu çünkü kalacak bir yerim, o saatte kapısını çalabileceğim kimsem yoktu. Süklüm püklüm otogardan çıktım ve metro durağına doğru yürüdüm. Aklımda metro istasyonu kapanmadan içeri girip uyumak vardı. Metroya doğru yürürken yolun kenarında ufacık bir bar gördüm. Koca sokakta ışıkları yanan tek yerdi. İçeri girdim, babacan İtalyan barmene geceyi burada geçirip geçiremeyeceğimi sordum. Bar o kadar küçüktü ki içeride müşteriler için bir tek oturak yoktu. Babacan İtalyan beni süzdü, bankonun arkasından bir tabure çıkardı. Tabureye oturdum, çantamı bankonun arkasına soteledim, sırtımı duvara dayayıp uyumayı denedim.
Birkaç saat sonra, uykumun bara girip çıkanlar tarafından her on dakikada bir bölünmesine daha fazla dayanamayarak ayaklandım ve büyük bir kahve söyledim. Kahveyi aldım, sigaramı sardım ve zaten dört adım uzunluğunda olan bar koridorunu geçip dışarı çıktım. Otogarda birlikte bekleştiğimiz Rumen aile ve birkaç İtalyan dışarıda şamataya sarmışlardı. Belki bir yarım saat şamataya dahil olmuşumdur. Dikkatimi bütün insanlardan biraz uzakta duran, soğuktan ince ince titreyen, kapüşonlu biri çekmişti. Babacan barmene “tanıyor musun?” diye sordum. “Dilsiz herhalde, sen uyurken geldi” dedi. İki sigara sardım, iki kahve daha söyledim. Sigaraları kulaklarıma sıkıştırıp kahvelerle kapüşonlunun yanına yanaştım. Kapüşonun altından kaldırıma bakıyor, kafasını hiç kaldırmıyordu. Kahveyi gözüyle kaldırımın arasına soktum. Önce çekilmesi gerektiğini sandı, bana yol vermeye çalıştı. Bu defa kahveyi ikimizin yüzü arasına kaldırıp ona doğru uzattım. Gülümsedi, hiçbir şey demedi, başını tekrar tekrar eğerek teşekkür etti. Başını bu şekilde eğerek yapılan teşekkür jestinde tanıdık bir şeyler sezdim. Bu Avrupa’daki teşekkür biçimlerine pek benzemez fakat bizim alışık olduğumuz bir jesttir.
Kahveyi uzattıktan sonra kulağımdaki sigaralardan birini uzattım. Yine aynı jest, kafa minnetle ve tekrar ederek eğildi. Konuşup konuşmadığını anlamak için iki parmağımı dudaklarıma götürüp iki defa dokundum ve sanki sözü verir gibi ona uzattım. Kafasını iki yana sallayarak “no noo” dedi. Meselenin dilsiz olması değil dil bilmemesi olduğu anlaşılmış oldu böylece. Gülüştük, sigaralar yandı. Sorgu memurları gibi can sıkmamak için nereli olduğunu o an sormadım. Bir süre sessizce sigara içtik. Sigara yarısına gelirken sessizliği o bozdu. Avucunun içiyle kendi yüzünü sıvazlar gibi yapıp, “Ali Ali!” dedi. Gayri ihtiyari “Sen nereden biliyorsun yahu Ali’yi Veli’yi!?” dedim Türkçe. “Abi Türk müsün?” dedi. Uzun bir “haydaaaa” çektim.
On dakika evvel dilsiz bilinen, beş dakika evvel dil bilmez dediğim çocuk, şimdi ana dilimde konuşuyordu benimle. “Nerelisin, nerden gelip, nereye gidersin?” diye sordum. Epey kırık Türkçesi ile anlatmaya koyuldu:
“Abi Türkiye geldim. Mersin geldim. Dün değil dün dün geldim.”
“Nerelisin? Türkiye’de ne yapıyordun?”
“Ben Iraklı abi.”
Berbat bir hikayenin ilk cümleleri bunlardı işte. Üşüyordu, içeri geçtik ve başından sonuna anlattı hikayesini.
Iraklı dostum çok çocuklu bir ailenin en küçüğü. Çok çocuklu diyorum çünkü Türkçesi, sayıları doğru söylemek konusunda biraz eksikti. Ailesi savaştan kaçmıştı. Önce babası, sonra abileri, sonra annesi, babasının diğer eşi ve diğer büyükleri… Nasıl olduysa bir tek benim dostum kalmıştı Irak’ta. IŞİD’den kaçmak için kaçak yollarla Türkiye’ye girdiğini, Türkiye’de Birleşmiş Milletler ile irtibata geçtiğini, biraz Türkçe öğrendiğini ve ailesinin yanına gidebilmek için beklemeye başladığını anlattı.
Bir yıla yakın zaman geçtikten sonra Birleşmiş Milletler’in onu ailesine kavuşturmakta epey gecikeceğini anlayınca çareyi kendi aramaya başlamış. Önce Mersin’de Buhara dediği bir yere gitmiş. Orada Mektep adında bir kahvehanede insan kaçakçıları ile irtibata geçmiş. Gözlüklü bir Türk ile konuşup 6bin dolar vermiş Mektep’e.
Parayı verdikten sonra bir pazar akşamı Buhara dediği yerdeki bir otele yerleştirilmiş. Otelin 18 katlı ve denize sıfır olduğunu, sahibinin Suriyeli olduğunu söylüyordu. Gecenin bir yarısı otelden çıkıp arabalara bindirildiğini anlattı. Yaklaşık bir saat yol aldıktan sonra etrafta kimseciklerin olmadığı boş bir araziye varmış ve oradan kayıklarla açıktaki daha büyük bir gemiye yanaşmışlar. Beş yüz kişiden fazla olduğunu söylediği insanların çoğunun, yanaştıkları büyük geminin kaptanının ve işi yürütenlerin çoğunun Suriyeli olduğunu söyledi.
Sonunda, sadece eski ve paslı olduğunu söylediği kocaman bir gemiye binmişler ve yedi gün sürecek yolculuk başlamış.
Yolculuk boyunca dayak eksik olmamış. İlk üç gün boyunca ne ekmek ne su verilmiş. Sonunda Roma’ya otobüsle 14 saat uzaklıkta bir İtalyan şehrine yanaşmış gemi. Şehrin adını bilmiyor ama Antakya’ya benziyormuş.
Anlatmayı bitirdiğinde sabah olmak üzereydi. Sormak istediğim bin tane soru vardı fakat hem soruları anlamakta, hem cevaplamakta epey zorlanıyordu. Peki şimdi burada ne yapıyorsun diye sordum. Abisini beklediğini söyledi. Abisi ile Roma otogarında buluşacaklarmış. Roma’da buluşup Fransa’ya, oradan da ailesinin yaşadığı ülkeye geçeceklermiş.
Abin seni nasıl bulacak, telefonu var mı sende diye sordum. Güldü, pantolonunun ceplerini dışarı çıkardı. Hiçbir şey yok, kimlik yok, kağıt yok, hiç yok dedi.
Gün aydınlanmaya başlamıştı. Abisi ile buluşma saati yaklaşıyordu. Saat yaklaştıkça yüzünde güller açıyordu dostumun. Senelerdir görmediği abisi ile birkaç saate buluşacaktı.
“Ailemin yanında, orada her şey var, ev, tencere, tava… Her şey var abi… Bir de Facebook yapacak. Seni de Facebook yapacak kesin. Abi sen gerçek Ali’ye benziyor.”
Sohbetin başındaki o Ali işini unutmuştum. Yeniden söyleyince sordum. Hz. Ali’den bahsettiğini anladım. Saçlarım uzundu, açıktı. Sadece onu söylemek istemiş meğer.
“Ailemin yanına gittim, ben de uzatacak. Bak şimdi, bak hep kel.” Kapüşonu indirdi, başını o zaman gördüm. Üç numaraydı saçları. Başını sıvazladı. “Ben de böyle yapacak” deyip benim saçlarımı gösterdi, sonra tekrar örttü kapüşonunu.
Ben artık susmuştum. O aklına geldikçe anlatıyordu.
“Abi gidince Kıristiyan yapacağım.”
“O neden yahu?”
“Bizi sevsinler diye abi. Kristiyan yapacağım bizi seviyor, yoksa sevmiyor”
Bunu duyduktan sonra benim de Türkçem tutulmuştu. “Severler, elbette severler.” diyebildim.
Hava aydınlanmış, saat gelmişti. Ayrılık vakti geliyordu. Sordum, “Abinle sizin bir fotoğrafınızı çekeyim mi siz buluştuğunuzda?”. Önce kabul etti, sevindi bile. Sonra düşündü, “Boşver abi.” dedi. Tedirgin olabileceğini düşündüm. Her şeyden tedirgin olunabilir onun durumunda. “Tamam” dedim. Uzun uzun sarıldık. “Bol şans!” dedim, “Sana da abi” dedi. Sonra koşarak gitti otogara doğru. Bense neye maruz kaldığımı anlamaya çalışarak el salladım arkasından.