Skip to main content

İktidar yaşamın her alanına müdahale ediyor, kamusal alanlar bir bir ranta kurban edilmeye çalışılıyor. Taksim’in ortasındaki park da bundan nasibini almak üzere ancak 28 Mayıs’ta halk, Gezi Parkı özelinde hayatını ve umutlarını savunmak için sokağa çıkıyor. Polis saldırıları direnişi ülkenin dört bir yanına taşıyor, hayatında İstanbul’a adım atmamış olanlar dahi geleceğini savunmak için sokaklara dökülüyor.

Tarih 31 Mayıs 2013, İstanbul’da Gezi Parkı’nı savunmak için parkta çadır kuranlara saldırılmış, biz de soluğu Ankara Kuğulu Park’ta almışız. Beklemediğim bir kalabalık vardı Kuğulu’da. Bilen bilir, Ankara’da eylemler Kızılay’da, ara sokaklarında yapılır. Kuğulu Park’ta eylem olduğu kulağıma ilk çalındığında garip gelmişti zaten. “Kuğulu’da eylem mi olur?” demiştim kendi kendime, Kuğulu’ya gittiğimde ise tüylerim diken diken oldu. Daha önce katıldığım en kitlesel eylemlere yakın bir kalabalık bulunuyordu. Gezi hakkında sözler söylendikten sonra Güvenpark’a doğru hareket edildi. Ben çeşitli sebeplerden katılamadım ama duydum ki yolda polis saldırısı olmuş, bir Gençlerbirliği taraftarı dostumuz gözünü kaybetmiş ve birçok kişi yaralanmış…

Ertesi gün için Güvenpark eylem kararı alındı. O gece yattıktan sonra 1 Haziran 2013’ün erken saatlerinde gözümü açtım. Telefonumu elime alıp çocukluğumuzu birlikte geçirdiğimiz, beraber büyüdüğüm, beraber yürüdüğüm arkadaşlarımı aradım. Ekin açtı telefonu, “Ne yapıyoruz?” dedi. “Kızılay’a gidelim ama çok kitlesel olacağını düşünmüyorum. Önce Kitapça’ya geçelim konuşalım.” dedim. “Nasıl olacak sence?” dedi. “Her zamanki gibi olur herhalde… Birlikte bir süre direniriz, ardından dağılırız” cevabını verdim. Düşündüğüm; gerçekten o günler gibi olacağıydı. Biz ve tüm eylemlerden en azından göz aşinalığımız olan kişiler barikatın önünde duracağız, nefesimiz yettiğince direnip dağılacağız… Kitapça’ya oturduk “Harry Potter abi” yine bize çaylarımızı getirdi ve düşünmeye başladık. “Bugünü nasıl atlatırız?”, “Gözaltına alınır mıyız?” ve birçok benzer soru…  Dakikalar geçti Konur’da kalabalık artmaya başladı. Aşağı indiğimizde yalnızca Konur’da değil Kızılay’ın her yerinde kitlenin toplanmış olduğunu gördük. Göz aşinalığımız vardır Ankara’da “olaylara karışanlarla” ancak bu sefer öyle değildi, tanımıyorduk sokaktaki insanların çoğunu. Liseden bir arkadaşım aradı, nerede olduğumu sordu. Onun aramasını hiç beklemezdim mesela çünkü “dar grup eylemlerin tanınan yüzlerinden birisi” değildi.

Ekin’le ayrıldık, o sanırım Karanfil tarafına gitti, ben Konur’da kalıp Eren’le buluştum. Buluştum, ancak polis saldırısı Kızılay’ın her yerinde çoktan başlamıştı. Konur Sokak ile Yüksel Caddesi’nin buluştuğu büfenin altındaydık Eren’le. Direneceğiz. 31 Mayıs 2011’de Metin Lokumcu’nun ölümüyle birlikte yıllar sonra girdiğimiz Kızılay Meydanı’na yeniden gireceğiz. 

Üzerimizden gaz bombaları geçiyor, bir tanesi Turhan Kitabevi’ne çarparak Eren’le ikimizin arasına düşüyor. Önce Meşrutiyet’e, ardından Karanfil 2’ye geçiyoruz. Biz bir yandan Kızılay’ı zorlarken, bir yandan da diğer kitleler Kolej’den, Sıhhıye’den zorluyorlar meydanı. Herkesin amacı aynı: Gezi Parkı özelinde yaşam alanlarımızı neo-liberal politikalar dahilinde yıkmaya çalışan, bununla da kalmayıp hak ve özgürlüklerimizi günden güne yok etmeye ant içmiş siyasi iktidara karşı kol kola, omuz omuza direnmek… Dakikalar geçiyor direniyoruz, saat geçiyor direniyoruz. O sırada meydana adım atmaya çalışırken karşımızda bir TOMA görüyoruz Eren’le. Taklaya gelmemek için eğilip sırılsıklam oluyoruz. Islandık diye durup bırakmıyoruz. 

Yıllar Sonra Kızılay Meydanı

O an tabii ki aklıma Utku geldi. Utku, o gün ODTÜ’den çıkan grupla gelecekti. Utku her hava koşuluna hazırlıklıdır ve baş düşmanı yağmur olmuştur her zaman… Islanacağını hissetsin yanında ekstra hırka, tişört ve akla gelebilecek her ne varsa taşır. 1 saat sonra varacağını söyledi Utku. 45 dakika sonra da çantasındaki yedek yeşil tişörtle birlikte yanımdaydı. Meşrutiyet’ten meydana doğru yöneldik ve fakülteden tanıdığım, dünyanın en sağlam insanlarından Ozan’la yan yana düştük. Birlikte meydana girdik, polis Güvenpark tarafındaki çiçekçilerin altına çekildi. 

Güvenpark’ta Ethem’i Vurdular

Biz gaz bombasından, ses bombasından duyamadık ama diğer kollardan meydana çıkanlar duymuşlar Ethem’i vuran o kahpe silah sesini. Ethem vuruldu dediklerinde ilk öncesinde kim olduğunu çıkaramadım. Hemen akabinde anladım ki o Ethem, Reyhanlı’da gerçekleştirilen bombalı saldırı sonrası, 16 gün önce 15 Mayıs 2013’te Cebeci Kampüsü’nde düzenlenen eylemde omuz omuza direndiğim kişiydi. Gaz bombalarının kör ettiği o gün, Kurtuluş metro çıkışının oradaki siluetin ta kendisiydi Ethem.

Reyhanlı Katliamı Protestolarında Ethem Sarısülük

 

Artık meydandayız, biber gazları atılıyor ama ne fayda. Kim var kim yok herkes direnmek için elinden geleni yapıyor. Utku’nun elinde eldiven, polis tarafından atılan biber gazlarını uzaklaştırıyor; Ekin, (ironik bir şekilde) eline “sola dönüş yok” trafik tabelasını almış kalkan gibi kullanıyor. Aralarda Utku, Ekin, Eren ve Ozan’la metro girişinin üstüne oturup soluklanıyoruz. Soluklanırken de gün içinde çoktan kamulaştırılmış olan Melih Gökçek’in BELKO portakal sularını içiyoruz. (Muhtemelen beyefendinin 25 yılda Ankara için yaptığı en hayırlı iş portakal sıkmak) Osman Pamukoğlu’nun partisine mensup orta yaş üstü bir grup, barikat için malzeme taşıyor. Öyle absürt bir durum içindeyiz. Bir yandan direnip bir yandan Atatürk Bulvarı’ndaki 427’nin durağına sığınıyoruz. Gelen gaz kapsülleri paramparça ediyor durağı. Önümdeki kadının karnına isabet ediyor bir kapsül, bir diğeri de benim ayağıma. Ayakkabımla birlikte çorabım da deliniyor. 12 saatin ardından ertesi gün görüşmek üzere direniş alanından ayrılıyorum. 

Gezi’de Sakatlık Şoku

Ertesi gün olan 2 Haziran’da da sabah rutini devam ediyor. Aynı kişiler aynı sırayla teker teker aranıyor ve alanda görüşülmek üzere sözleşiliyor. Yine Ekin’le beraber geçiyoruz alana. Bu sefer doğrudan Kızılay’a varıyoruz. Meydana girişimiz rahat ancak müdahale önceki güne göre çok daha sert. Gaz bombalarının ardı arkası kesilmiyor. Sabah 10’dan akşam 21:00’e kadar peş peşe atılan biber gazlarının karşısında direniyoruz. Nefes almak için nöbetleşiyoruz; barikatın önünde kim varsa bir süre gidip geri geliyor, o sırada diğerleri onun yerini alıyor. Günü böyle atlatmaya çalışıyoruz. 

Ekin 10 metre öndeki grupta, Caner ve ben yan yanayız. Akşam 20:00 civarı lacivert bir Renault Laguna alana giriş yapıyor. Öndeki grup aracı durduruyor, araçtakiler yaralımız var diyerek ilk grubu geride bırakıyor. Koyu lacivert Laguna bana doğru geliyor, arabayı durduruyorum. Şoför olarak bir adam, yanında da beyaz askılı elbiseli bir kadın bulunuyor. Bize, “Yaralımız var lütfen izin verin geçelim” diyorlar. Bir tuhaflık olduğu çok açık, iki gündür tek bir arabanın geçmediği yerden geçmeye çalışıyorlar; ancak söz konusu “yaralı” olduğu için aracı geçmesi için bırakıyoruz. Laguna bizi geçtikten sonra meydanın ortasına gidiyor, ardından çığlıklar duyuluyor. Çığlıkların akabinde araç yanımızdan adeta uçarak geçiyor ve Atatürk Bulvarı’ndan Kavaklıdere tarafına doğru yol alıyor. Panikle meydana yöneliyoruz ve arabanın iki kişiyi ezdiği bilgisi veriliyor. (Ertesi gün araç, bir karakolun önünde park halinde bulundu.) 

2 Haziran 2013’te Kızılay Meydanı’na giren Lacivert Laguna

Bunun üzerine kitlenin gerilimi artıyor. Ankaragücü taraftarları ellerinde simit araçlarıyla polisin bulunduğu yere doğru koşmaya başlıyor. Bu sırada Güvenpark’ta çiçekçilerin orada konumlanan polis karşımıza çıkıyor. Bir tanesi dizlerinin üzerine çökerek göğsüme nişan alıp gaz tabancasını ateşliyor. Refleks olarak kolumu koyuyorum, gaz kapsülü sol el bileğimde patlıyor. Kaçmaya başlıyorum, Caner yanımda “Doktor yok mu, arkadaşımız yaralandı!” diye bağırıyor. Önce GMK’ye, ardından da Menekşe 2 Sokak’a giriyoruz. Sokağa girdiğimiz anda bir doktor bana “İçeri gel, koluna bakayım.” diyor. Sokak eylemlerinin ilk kuralı olan “kapalı alana girmemek” aklıma geldiği için adamı reddediyorum ve Caner’le birlikte Kumrular Sokak’a çıkıyoruz. Arkamızdan yağmur gibi gaz bombaları yağarken Necatibey Caddesi’ne çıkmayı başarıyoruz. Necatibey’de yaralandığımı gören bir çift taksiden inerek yerlerini bize veriyor. 

Bir günü daha atlattık, Caner’le taksideyiz artık. İzmir’de çalışmakta olan babam da o sırada Ankara’da ve o akşam geri dönecek. Caner’e, “İyiyim, bir şeyim yok.” diyorum. “Bir doktora görünelim sonra ilk önce babamı terminale bırakırım, sonra da seni evine.” İşler öyle gitmiyor, hastanede bileğimin üç yerinde kırık tespit ediyorlar. Ne babamı ne de Caner’i bırakabiliyorum. Yaralandığımı duyan dostlarım, eski yoldaşlarım hastaneye geliyor; hastanede yaklaşık beş kere kırığı yerine oturtmaya çalışıp başarısız oluyorlar ve iki gün sonra ameliyata alınıyorum. 

O akşam hastanenin kapısında sigaramı yakıyorum; bir yandan Türkiye tarihinin kendiliğinden gerçekleşen en büyük halk hareketlerinden birine katılmanın gururunu yaşarken diğer yandan da alandan uzakta olacak olmanın burukluğuyla baş etmeye çalışıyorum.

Onur Nişanesi

Gezi Direnişi, herkese torunlarına anlatacağı, zamana meydan okuyacak hikâyeler bağışladı. Geçen 9 yılın ardından hala Gezi’den korkuluyorsa, direnişçiler “çapulcu, terörist, sürtük” olarak yaftalanıyorsa bu, 2013’te yaşanmış olan toplumsal ayaklanmanın ne kadar güçlü, ne kadar onurlu olduğunu gösteriyor. Doğru, karanlık gider Gezi kalır. Çünkü Gezi, demokrasi kılığına bürünmüş otoritarizme bir başkaldırı olup, hayallerinin öldürülmesine izin vermeyenlerin yarattığı bir hareket olarak tarihin sayfalarına nakış nakış işlenmiştir.

Gezi Direnişi’nde hayatını kaybedenlerin anılarına saygıyla…