Skip to main content

Murat’ın bu bakışını biliyorum. Bu bakışı biliyorum çünkü göt altına gitmenin arifesindeysek Murat bana böyle bakar. Bu bakışta “vaziyetin ciddiyetini anla!”, “ne halt edeceğiz lan şimdi?”, “ulan yine mi ya?” ve duruma göre birkaç şey daha vardır.

Pek çok kez böyle falso durumlarda kaldım. Bir iki tanesi hariç hepsinden kadir gecesi doğmuşçasına sıfır zararla sıyrıldım. Bazısında yanımda Murat vardı. Bazısında yoktu. Murat’ın olmadığı zamanlarda bazen cebimde çakı vardı, bazen çok iyi koşan bacaklarım, bazen kör dövüşen ellerim vardı. Yine de, eğer zor durumdaysam, o bakışı hiçbir şeye değişmem. Ne cebimdeki çakıya, ne kıçımı döven müthiş süratli topuklarıma…

Endülüs’ün ücra bir kasabasında, izbe bir bardayız. Öğle vakti barda sahibinden başka kimse yok. Gerçi bize de sadece barın sahibi lazım. Barın içi gündüz olmasına rağmen kapkaranlık. Pencereler siyaha boyalı. Önümdeki şişe birayı bitirmemek için ona ruj muamelesi yapıyorum. Bira dudaklarıma değiyor, onları ıslatıyor ve o anda şişeyi tezgahın üzerine geri koyuyorum. Bu böyle saatlerce sürmeli çünkü bira bitince ne halt edeceğimiz belli değil. Murat’la aramızda iki arkadaşımız daha var. Arjantinli ve Venezuelalı. Çocuklar berbat görünüyor. Az önce Arjantinli benden bir sigara istedi. Sigaraya uzanan elleri titriyordu. Venezuelalı, karşısındaki duvara gözlerini öylesine sabitlemiş ki sanırsınız duvarın ardını görüyor. Murat daha iyi durumda. Göz göze geliyoruz. Bakış orada; şöyle diyor: “Ne halt edeceğiz”, “boku yedik”, “aklım durdu”. Ben de ona bakıyorum ve “benim de”, “şu bebeleri postalayalım”, “amma da tırstılar haa” diyorum.

Gözlerimi ondan ayırdığımda kendi yalnızlığıma dönüyorum, bu yalnızlıkta hayatta kalmamıza yarayacak bir şeyler bulmam, hepimizi sağ salim bu barın dışına çıkartacak manevrayı yapmam gerekiyor. Murat da aşağı yukarı bunları düşünüyor olmalı ama emin de değilim. Belki de düşünmüyordur. Belki de daha evvel Cebeci’de böyle bir durumda kaldığımızda ne yaptığımızı hatırlamaya çalışıyordur. Belki de Türkiye’de bıraktığı arabasının sürücü koltuğunun altında gezdirdiği sopasını özlüyordur. Çok sevdiği arabasını bir daha görebilecek mi acaba diye düşünüyor da olabilir.

Düşün aslanım. Baştan başla. Buraya nasıl geldin? Bu barda ne işin var? Peki, ya yanındaki üç kişiyi niçin sürükledin? Ne bok yemeye geldiniz ulan buraya? Son soru hariç bütün soruları kendi iç sesim soruyor. Sonuncusunu barın arkasındaki kısa boylu, vücudunu spor salonlarında gezdirdiği pekala belli olan, gözlerinde bir sapkınlığın okunduğu barmenin sesiyle soruyorum. Büyük ihtimalle birazdan yakama yapışıp son soruyu soracak.

Bu berbat yere neden geldim? Endülüs’ün bu ücra kasabasında, yerini bilen az kişinin “plastik denizi” dediği seralarla kaplı bu çirkin şehirde, şanını yüzyılın başında gerçekleştirdikleri mülteci avından alan bu boktan yerde ne işim var? Sinema. Buraya film yapmaya geldim. Her şey bir başka Endülüs kasabasının kilisesinde İsa’yı kırbaçlayan bir Moro heykeli görmemle başladı. Bu heykel ilginçti çünkü İsa’yı kovalayan, ona işkence eden, öldüren kimselerin Morolar ile bir ilgisi yoktu. Ve teker dönmeye başladı…

Endülüs’ün gösterişli dindarlığının sebebi bu mu yoksa? İsalar ve Meryemlerin, azizlerin ve bakirelerin kiliselerden çıkarılıp, dev platformlara bindirildiğini kaç kez gördüm? Platformların altında yüzlerce ayak, yüzlerce kiloluk heykelleri, platformla birlikte kaldırıp taşıyor, sokak sokak gezdiriyorlar. İnsanlar, heykellerin altında ezilmek için gönüllü oluyor. Acı çekmek, bedel ödemek bu işte, tependeki heykeli kaldırırken fıtık olmak. Sürekli İsa’lar geziyor Endülüs şehirlerinde. Her köşe başında Hıristiyan kardeşlikleri. Kardeşliklerin her birinin kendi bakiresi. Kardeşliğin üyeleri bakirenin heykelini öpmek için birbirini ezer, yalnız öteki kardeşliğin bakiresinin yüzüne bakmazlar. Herkesin bakiresi kendine. Yüzlerini kapatıp kafalarında kocaman hunilerle sokaklarda gezen bu insanları nereden tanıyorum? Ku Klux Klan? Engizisyonun insanları canlı canlı yakmadan evvel kafalarına taktığı capiroteler değil mi bunlar? Yoksa bu insanlar deli mi? Evet, burada bir film var. Bu filmi yapmamız gerekiyor. Bütün bunların sebebi Endülüs’ün kanındaki Moro olmalı. Moro’dan bugün bile nefret ediyor olmalarının sebebi de öyle. Çünkü yüzyıllarca birlikte yaşadığın halklarla karıştın ve sen de biraz Moro’sun. Değilim diye haykırıyor Endülüs, en çok ben nefret ederim Moro’dan, en çok ben inanırım kutsal dinimize, ben nasıl Moro olabilirim?

+Biramı bitirince gitmek istiyorum. Çok korkuyorum. Ne olur birlikte çıkıp gidelim buradan.

-Biranı ben bitiririm, şimdi çıkman daha iyi olur.

Arjantinli çıkıp gidiyor. En azından bir kişi güvende olacak. Şimdi üç kişi kaldık. Arjantinli çıktıktan sonra barmen kapıya yöneliyor, kapının üstündeki elektrik şalterini çeviriyor. Birkaç dakika sonra bara dışarıdan biri girmek istediğinde kapının açılmadığını görüyorum. Barmen arkasındaki duvarda bulunan otomata uzanıyor, otomata basınca kapı açılıyor. Bu demektir ki artık barmenin rızası olmadan buradan hiçbir yere çıkamayacağız. Bu demektir ki temiz bir sopa yaklaşıyor. Murat’la bakışıyoruz. Bakış şöyle diyor: “Bakışarak bir boku beceremeyeceğiz herhalde, bu tarafa yaklaş da konuşalım.” Kalkıp o tarafa geçiyorum. O açıdan bakınca görünen, barın köşesine yaslanmış beyzbol sopasını işaret ediyor Murat. Sopanın üzerinde “İspanyol Aspirini” yazıyor.

Barın içi hâlâ karanlık. Amerikan bar tezgahı mekanın tam ortasında. Tezgahın önünde iki bilardo masası, iki langırt masası var. Masaların arkasında bir kapı, üzerinde “Sadece Üyeler” yazıyor. Yan duvarlardan birinin üzerine Frankizmin Havari Yuhanna Kartallı bayrağı boyanmış. Bar tezgahında iki arkadaşım ve ben, viskisi sorulmadan doldurulan orta yaşlı bir adam, bir de bara bizden sonra çocuğuyla giren iri bir herif. İri herifin eşiyle boşanmış olduğuna ve çocuğunu haftada ya da iki haftada bir gördüğüne her türlü bahse girerim. Çocuğunu olur olmadık öpmesinde, bara girer girmez “Ne istersin? Kola mı? Meyve suyu mu? Ha canım?” diye ısrarlı soruşunda çocuğuyla iyi anlaşmaya çalışan bir babanın izi var. Çocukla konuşurken ona doğru eğiliyor, gözlerinin aynı seviyede olmasına çalışıyor. Bunu anne babalar pek yapmazlar. Bunu konuştuğumuz çocuğu tanımadığımız, onunla ilişki kurmaya çalıştığımız zamanlarda yaparız. Bu adam kesinlikle çocuğunu tanımıyor. Orta yaşlı adam ise pek az konuşuyor, ciddi bir yüzü ve iki favorisini çenesinden birleştiren ince bir sakalı var. Böyle olunca tüyleri bütün yüzünü dolanmış, devreyi tamamlamış oluyor. Barmen bu heriften korkuyor. Viskisini bitmeden dolduruyor ve doldururken sürekli gülümsemeye gayret ediyor. 1001 1002 1003 1004 1005 diye içinden santilitreleri sayıp bir damla viskiyi fazladan dökmemeye gayret ederken bir yandan da yüzünün ifadesini sevimli tutmaya çalışıyor. O suratı sevimli tutmak zor.

Murat sessizliği bozuyor.

+Biram bitince ben konuşacağım.

-Ne diyeceksin?

+Bilmiyorum. Bir film yaptığımızı buralarda belki konuşacak birini bulabileceğimizi düşündüğümüzü falan…

-Adam da bu leş gibi mahalleye tesadüfen geldiğimizi, kapalı gibi görünen barına tesadüfen girdiğimizi falan düşünür kesin. Çok iyi planmış lan.

+Bilmiyorum, burada dikildikçe durum zorlaşıyor. Doğaçlama. Hiç değilse bunu yapalım sonra da uzayalım artık.

-Pekala. Doğaçlama.

Biramı kafama diktim. Murat’ı izliyorum, bir şeyler demesini bekliyorum. Barmene bir şeyler söylemesi gerekiyor. “Bu bara geçen ay gazetenin birine yaptığın açıklama için geldik Fernando. Evet adını biliyorum. Senin barın hem sahibi olduğunu hem de barmenlik yaptığını biliyorum. Sen barına Moroların girmesine izin vermediğini söyledin o açıklamada. İspanya’nın yeniden fethedilmesi gerektiğini çünkü her tarafı yine Moroların sardığını söyledin. Bu da benim yapmak istediğim filmde senden iyi bir faşist bulamayacağımı düşündürdü bana. Ve bunları düşündükten sonra, iki Moro ve iki Latin Amerikalı senin barına, bu kasabanın neo-nazilerinin toplandığı bu bara geldik. Sen ki Morolardan tiksiniyorsun ve onları barına almadığını gururla anlatıyorsun. Öte yandan Latin Amerikalılardan da tiksiniyorsun, bütün İspanya sağı gibi. İşte senin barındayız. Haydi Fernando, kamera karşısında içindeki rezilliği dök ortaya. Burada neden bu kadar çok Moro olduğunu anlat. Onların bu plastik denizine keyiflerinden geldiğini, kayıtsız çalıştıkları için diğer işçilerin üçte biri paraya çalıştıklarını ama suçun asla İspanyol işverenlerde olmadığını söyle. Morolar yüzünden İspanyolların iş bulamadığını söyle. Yirmi sene önce akli dengesi yerinde olmayan bir Moro işçi, İspanyol bir kadını sokakta bıçakladığı için bütün şehir Moroları nasıl avladığınızı da anlat. Gurur duyduğunu da söyle. Bıçaklamayı bahane ederek Moroların yaşadığı çöp evleri nasıl yıktığınızı, onlarca kişi Moroları nasıl linç ettiğinizi anlat. Moroların uyuşturucu satmasından da rahatsız olduğunu eklemeyi unutma. Çünkü Morolar gelip bu topraklarda çalışmadan evvel siz İspanyollar uyuşturucuyu bilmezdiniz. Onlar satıcı ama siz içici değilsiniz.”

Kafamın içinde barmene tiradı tamamladım. Murat’ta hâlâ bir hareket yok. Bira da yok. Kalkıp Murat’la Venezuelalının ortasına yaklaşıyorum.

Fernando, barı El Acuario’nun önünde

+Siz de çıkın.

-Hayır.

+Çıkın. Ben hallettim sayılır.

+Nasıl?

-Anlatırım. Beni dışarıda bekleyin.

Murat ve Venezuelalı kapıya yönelince barmen bir bana baktı, bir onlara. Tereddüt edip otomata bastı, kapı açıldı.

Tamam, şimdi tek başınasın. Arkadaşlarının çoğu güvende. Bir bira daha mı söylesem? O zaman arkadaşlar merak edip dönebilirler. İyi bir fikir değil tekrar içeri girmeleri. Çabucak bu işi halledip çıkmam lazım.

Hesabı istedim. Dört bira. Dışarıdaki üç kişinin birası ve benim biram. Fernando artık dimdik bakıyor suratıma. Cüzdanıma uzanırken konuşmaya başladım.

+Fernando, baksana buraya. Biz bir belgesel ekibiyiz. Geçen ay gazeteye yaptığın açıklamaları okuduk. Seninle röportaj yapmaya geldik. İlgilenir misin?

-Ne belgeseli?

+Endülüs ile ilgili, bu şehir ile ilgili bir belgesel.

-Neden burası? Neyi varmış buranın?

+Burası diğer şehirlere göre fazla göç alıyor, bir de yirmi sene evvelki Moro avı var.

-Benim o işle hiçbir ilgim yok!

+İlgin olduğunu söylemedim. Sana birkaç soru soracağız. İstemediğine cevap vermezsin.

-Soru sorup ne yapacaksın? Haber mi? Siz gazetecisiniz yani. Değilseniz de gazeteci gibi bir şeysiniz. Gazeteci misiniz!?

İri herif ve diğer ince sakallı iki yanıma yaklaşmış, tüm dikkatleriyle dinliyorlardı. Şimdi önümde bar tezgahı, tezgahın arkasında Fernando, iki yanımda iki herif vardı, barın kapısı da kilitliydi.

-Hayır, bunu yapamam. Geçen sefer gazeteye konuştuktan sonra ne oldu biliyor musun? Birkaç orospu çocuğu gelip barın sokak tarafını bütünüyle boyadılar. Ağzına sıçtılar bütün duvarın. Yeni boyattım. Bunu yapanlar İspanyol muydu Moro mu onu bile bilmiyorum. Belki de İspanyollardı. Yarın bir gün iki tane de taş atıp şu camları kırsalar ne olur biliyor musun? Ben batarım. Buradan ekmek yiyorum ben. Tek çalışıyorum ve buradan geçiniyorum. Hem bu sokakta başka İspanyol barı da kalmadı. Bir tek ben varım. Tek İspanyol benim burada. Bu benim için önemli.

+Belgeselin dolaşıma girmesi belki aylar alacak. Bundan endişelenme. Hem istersen sadece ses kaydı alabiliriz ya da yüzünü kapatabiliriz. Nasıl istersen, kimliğini gizleyebiliriz.

-Hayır dedim, imkânı yok. Gelmeyin bir daha buraya. Sakın bir daha gelmeyin.

Sesinde korku vardı. Duvarının boyanmasından mı bu kadar korkmuştu acaba? Boyayanların ne yazdığını bilmek isterdim ama çember epey daralmıştı ve Fernando oldukça gerilmişti. Yanımdaki herifler de soru sormaya başlamıştı. “Ne belgeseli bu?”, “Kimsiniz siz?”, “İzniniz var mı çekim yapmak için?” Soruları geçiştirmek zorlaşıyordu.

+Fernando, sana numaramı bırakayım. Eğer fikrini değiştirirsen, eğer sadece şu duvar meselesini anlatmak için bile olsa fikrini değiştirirsen beni ara, olur mu?

-Bırakma numara falan, bas git işte, bir daha da gelme buraya.

Böylece kapıya yöneldim. Dışarıya çıktığımda az evvel çıkan iki arkadaşım kapının önünde bekliyordu. Bir ses duymaya çalıştıklarına emindim.

-Ee ne oldu?”

+Korkutmuşlar, fiyakasını bozmuşlar. Konuşmak istemiyor artık.”

-Nasıl korkutmuşlar?”

+Arabada anlatırım. Uzaklaşalım şimdi. Siz ne konuşuyordunuz?”

-İçeride seni araya alsalar bizim nasıl gireceğimizi. Kapı kilitli, camı kırmak zorunda kalacaktık.”

+O da tam bundan korkuyor zaten.”

Uzaklaşmadan evvel barın dış duvarını inceledim. Boyacıların işinden iz yoktu, Fernando tekrar boyatmıştı. İçerideki Frankist bayrağın büyüklüğünde bir İspanya bayrağı da duvara işlenmişti.

Arjantinli arabaya binmiş, kapıları kilitlemiş, dikiz aynasını kendine göre ayarlamış, arkayı kolluyordu. Eğer bir terslik görürse aramak için polisin numarasını tuşlamış, telefon elinde bekliyordu. Bizi görünce neredeyse ağlayacaktı.

-Çok geciktiniz. Oradan derhal çıkmamız lazımdı. Ne oldu?”

+Korkmuş, kimseyle görüşmek istemiyor.”

-Nasıl oldu? Anlatsanıza.”

+Anlatacağım. Daha evvel şunu yapalım: Kamera kayda girsin, sen içeride seni korkutan ne vardı onu anlat. Herifi çekemedik, bari herifin bizde bıraktığı izi kayda alalım.”

Tamam deyip kayda giriyoruz.

3! 2! 1! Demek gazetecisiniz?

Hatıralardan sıyırıp alıyor beni bu ses. İspanya’da değilim. Endülüs ve sıcağı çok uzaklarda şimdi. Ankara’nın göbeğinde karın altındayım. Evet, gazeteciyiz.

Önder Mahallesi’nde bir köşe başındayız. Beyaz Doblo’dan inen iki sivil polis bizi bir bakkalın içine sokuyor.

Demek gazetecisiniz?

Kafamı çeviriyorum. Bakış orada. “Gazeteci değil miyiz olm biz?” diyorum, “Gazeteciyiz tabii lan” diyor bakış. Dönüp “Gazeteciyiz” diyorum polise. Siz kimsiniz peki? O pek düşünmüyor. TEM diyor geçiyor. Nasıl da kolay söyledi. TEM. Bakış beni buluyor. “Şimdi sıçtık işte” diyor. “Haklı olabilirsin.” diyorum.

Buraya niye geldiniz?

Gerçekten buraya niye geldik. Ankara’nın içinde Küçük Halep adında bir yer burası. Eskinin Önder Mahallesi, Ulubey Mahallesi. Son sekiz yıldır Suriyeli mahallesi. Biz de tam bunun için geldik.

Ankara’nın ortasında fakat herkesin etrafından dolandığı, kimselerin yolunun yanlışlıkla bile olsa düşmediği bu mahalleyi merak ettik. Siyasilerin ya “vergi vermiyorlar, yük oluyorlar, geri göndereceğiz” demek için andıkları ya da “onlar bizim kardeşimiz” deyip atölyelerde kölelikten beter şartlarda çalıştırılmalarına göz yumdukları Suriyelilerin mahallesini merak ettik. Gazetelerde ancak suç işlediklerinde haber olan Suriyelileri, Avrupa Birliği ile işler kızışınca “bak açarım ha sınırı” diye kozdan ibaret görülen, kimisi çadır kamplarda, kimisi trafik ışıklarında, kimisi Suriyeli mahallelerinden birine yerleşmiş, kimisi çoktan burada da düzenini kurmuş Suriyelilerin bu mahallesini merak ettik.

Ulubey Mahallesi, Ankara

Arapçadan başka tabelanın tek tük göründüğü, nadiren Türkçe’nin duyulduğu bu sokaklarda gezip sorular sormaya, çat pat Türkçelerin üstünü tamamlamaya ihtiyaç yok mu? On yıllık savaşı, binlerce yıllık göçün bu son halkasını, Ortadoğu’nun makus talihini Ankara’nın göbeğindeki Küçük Halep’te anlamayıp nerede anlayacağız?

-Ne haberi yapmaya geldiniz buraya?

Yahu buranın her yeri haber. Bak mesela şu çocuk, ismi Muhammed. İlk dalgada gelenlerden. Ülkesinde ortaokulu okuyordu. Geldiğinden beri hiçbir şey okumuyor. Türkçe’yi de doğru düzgün konuşamıyor. Yalnız Türk vatandaşı olmuş, birkaç haftaya askere gidecek. Ya okul? Geçti bizden ama benim babam hekimdi diyor. Kendisi berber. Bir siyasi konuşuyor berber dükkanının televizyonunda o sırada. “Suriyelileri geri göndereceğim” diyor. Mesela hangisini gönderecek?  Vatandaşlık verip, askerlik yaptırdıkları da dahil mi?

Köşede bir kasap var. Kasabın Arapçası da var. Diyor ki biz burada üç beş Türk esnaf kaldık, başka da yok. Tabelalara bakıyorum, gerçekten yok. “Buranın yerlisinin işine geldi burayı terk etmek. Üç liralık yerini on liraya kiraya verdi Suriyelilere. Suriyeliler de ödemem demedi. Üç odalı eve üç aile girdiler, o paraları verdiler. Bir liralık dükkana üç lira verip kiraladılar, dükkanı üçe böldüler. Birbirlerine yardım ettiler, birbirlerinden başka yerden alışveriş etmediler. Evini dükkanını fahiş fiyata kiraya veren buranın yerlisi de gitti daha lüks mahalleden ev tuttu kendine. Buradan aldığı kirayı oraya yatırdı. İşine geldiği için herkesin, herkes gitti. Biz de gideceğiz, borcum var şu sıra, bitince ben de gideceğim”.

Kasabın yanında bir bakkal. Diyor ki; Suriyeliler benden alışveriş yapmıyor. Dükkanımın yanında ufacık bir ardiye vardı. Suriyeliye kiraya verdim, iş yapsın, ekmeğini kazansın istedim. Yahu hem kiracım, hem komşum. Su alacağı zaman bile yolun karşısına geçip Suriyeli bakkalına gidiyor. Benden bir çöp olsun almıyor. Eskiden 400 ekmek satardım, artık 100 ekmek satamıyorum. Bittim tükendim, rekabet edemiyorum. Suriyeliler ne vergi veriyor, ne kural tanıyor. Karşıdaki bakkal, halden getirip elli kuruş kar ile meyve satıyor. Ne vergi var, ne kayıt. Beş liraya aldığını beş buçuğa veriyor. Ben onun üzerine KDV ekliyorum, mecbur fiyat yükseliyor. Türkler bile artık benden alışveriş yapmaz oldular, daha ucuz diye Suriyelilerin bakkalına gidiyorlar. Mal sahibi olmasam hemen kapatır giderdim ama nereye gideceğim? Gidecek yer mi var?”

Yolun karşısında bir mülteci derneği var. Yardım kolileri indiriliyor yüzlerce. “Rızkı veren Allahtır” yazıyor kolilerin üzerinde. Bu yardımları kim yapıyor? Gönüllüler mi? Yoksa kamu kaynaklarından mı karşılanıyor bu yardımlar? Rızkı veren kamu kaynakları gibi görünüyor buradan bakınca. Gazetecilik fantezisi yapalım mı biraz? Kolilerin içindekileri satan tedarikçi firmaların bir listesi olsa elimde. Kimlere ait bu firmalar bir baksam. İki gözüm kadar eminim bir siyasi olacak o listede ya da o siyasinin lüks arabalarla Çukurambar’da gezen oğlu.

Kimlikleri arkadaşlara sorgulatıyoruz. “Burada çok provokasyon oluyor. Siz buranın esnafıyla falan konuştunuz mu biz gelene kadar?”

Bakışı arıyorum. Yok. Murat rahatlamış demek ki. Ben de gevşiyorum. Bir sigara içelim bakkalın kapısında diyoruz. Çantaları bırakın öyle çıkın kapının önüne diyor polis.

Dışarı çıkınca, “Bir bok olacağı yok” diyor Murat. “İspanya’yı hatırladın mı? Oradan yırttıysak buradan her türlü yırtarız.”

*          *          *          *          *          *

Sigaralarımızı içtik. Beş altı defa daha çıktık sigaraya. Polisler bizi üç saate yakın tuttu. Sokağa çıkma yasağından az evvel saldılar. Eve varma telaşını atlatır atlatmaz oturup bu metni yazdım. Yazdıktan hemen sonra da metne uygun görsel aramaya başladım. Barın içinden hiçbir görselimiz yoktu, korkudan bir fotoğraf bile çekememiştik. Bu yüzden arama motorlarında barın görselini aradım. Karşılaştığım “Ben burada bar işleten tek İspanyolum, bu benim için önemli” diyen neo-nazinin satılık barının ilanıydı. Sahibi içerdeki frankist bayrağın üstünü boyatmış, bir manzara tablosu asmış. Yemyeşil kırlar, güzelim kuşlar görünüyor frankizmin bayrağının yerinde. Sokağa bakan İspanyol bayrağı da yok olmuş, tek renk bir duvara dönmüş. Bir şeyler yok oluyor, bir şeyler kayboluyor. Gazetecilik, bunlara dahil değil. Öyle ya da böyle gazetecilik yırtıyor.