Skip to main content

Gücü elinde bulunduranlar, şairler kadar çok oynuyorlar kelimelerle. Şair değiller çünkü gücü elinde bulunduranlardan şair çıkmaz; kelimelerle oynayışları da şairlerin oyunundan farklı o yüzden. Daha çok bir taş duvar ustasına benziyorlar diyebiliriz. Bir ellerinde kelime, bir ellerinde madırga. Bir kelimeye bakıyorlar, bir de harcı adaletsizlik ve yolsuzluk olan duvara. Ellerindeki taşlar keskin, köşeli, girintili çıkıntılı. Vuruyorlar madırga ile en keskin yerine ve kırıyorlar taşı. Duvardaki deliği tıkamak için ne hale getirmek lazımsa vura vura o hale getiriyorlar. İşleri bittiğinde, un ufak olmuş anlamı ile bir deliği tıkamaktan başka hiçbir işe yaramayacak bir kelime kalıyor geride. Örneğin “istikrar”. Örneğin “restorasyon” veya “irade”, “ileri demokrasi”, “stratejik derinlik”, “noktasında”, “Milli Savunma Bakanlığı”…  Anlamları bükülmüş, bağlamlarından kopmuş, ne idüğü belirsiz kelimelere dönüşmüşler işte. “Restorasyon” mesela; anlamı sadakatle yenilemek iken 700 yıllık duvara hilti ile girişmeye dönüşüyor İstanbul’da, Ankara’da ise Hamamönü’nün güzelim konaklarını beyaza boyayıp, nargileciler ve devlet beslemesi İslamcı vakıflar arasında taksim etmeye. Mesela “nokta”; durmaktır, soluklanmaktır. Nokta es’tir, biraz da sus’tur. Nokta bir yargının sonudur ve bir muhakeme gerektirir. Sürekli bir şeylerin “noktasında” olup hiçbir muhakemede bulunmamak nasıl olabilir? Sürekli noktasında olup neden hiç susmuyorlar? Memlekette “istikrar” mı daha az bulunuyor yoksa “demokrasi” mi diye düşünürken ekranlardan yayılan seste ülkenin bir demokrasi şölenine dönüştüğünü, aşırı dozda istikrardan vatandaşın canının sıkıldığını duyuyoruz. “Milli Savunma Bakanlığı”, milli olmayan yerlere saldırılar düzenliyor; milli olmayan Suriye’den, yine milli olmayan Libya’ya, milli olmayan cihatçıları taşıdığı bile oluyor arada. Anlamlar eriyor, isimler bozuluyor. Muktedirler istedikleri kelimeyi, istedikleri anlama eşleyiveriyorlar.

“Islah”, “düzenleme”, “dönüşüm”. Bunlar da inşaatçı muktedirlerin vura kıra bozdukları, anlamını bir yana atıp, yolsuzluk duvarına tıkıştırdıkları kelimelerden. Islah etmekten dümdüz etmeyi, düzenlemeden “rezidans” ya da “tower” dikmeyi, dönüşümden yerlisini kovup zenginini yerleştirmeyi anlıyorlar. Bu yüzden, İtfaiye Meydanı’nı da düzenleyeceklerini öğrenince epey canım sıkıldı. Eskiyle ilgilenmeye başladığım zamanlar geldi aklıma. Yaşım belki on üç, belki on dört. Lisenin ilk yılları. Ayrancı Antika Pazarı’nda plak fiyatları bugüne kıyasla sudan ucuzdu ama lise öğrencisinin haftalığı ile iki plaktan fazlasını alamazdınız yine. O dönemlerde Ayrancı’da pazara gide gele samimi olduğum Saatçi Zafer, durumu anlayıp çıtlatmıştı. “Buranın esnafının çoğu İtfaiye Meydanı’ndan alıp getirir mallarını, sen de git, sen de al hemşerim.” Bunu duyunca takılmaya başladım ben de İtfaiye’ye. “Biraz plak bakalım, şu filmli makineden babamda vardı, şu çevirmeli telefonlardan artık kalmadı, şu döküm ütü anneannemin salonunda dururdu” derken eskiciliğe dair ilk bilgileri ve nesne ile, merkezinde fayda olmayan, duygusal bir ilişki kurabilmeyi öğrenmiştim.

Çoğu zaman faydasız, en iyi ihtimalle verimsiz bu nesneleri toplayıp toplayıp eve getirdikçe annem materyalizmin sesi olur “Ne yapacaksın bunları?” diye kızardı ve beni, neden bu tuhaf nesnelerden zevk aldığımı sorgulamaya mecbur bırakırdı. Yıllar sonra bu sorgulama sonucunda birkaç cevap bulduğumda; bir yanım annemden taraf olup beni metafetişizmi ile suçlamış, öte yanım “Tüketim toplumunun otomatik çocuklarından olmak daha mı iyi? Hiçbir şeyi dibini sıyırırcasına, bilgiye batıp bunalarak öğrenmezler onlar. Bu nesneler belki verimsiz ama en azından seni gündelik hayatına yabancılaştırmazlar. Bunlara yabancılaşamazsın çünkü bunlar insan izi taşırlar.” gibi fikirlerle savunmuştu. Bu ikilemler içinde odalarım, hep önceki yüzyıla ait şeylerle doldu. Bindiğim araba, fotoğraf makinem, müzik dinlediğim pikap, taktığım saat…

Bunları düşünerek indim geçen gün İtfaiye’ye. Hatırladığım gibi spotçular meydanın alt tarafında, yeni yapılan dev caminin arkasındaki cadde boyunca, yan yana. Ankara’nın yoksullarının, öğrencilerinin, yeni evlilerinin, kız kaçırmış da bugünden yarına ev düzmeye mecbur kalmışların hepsi burada. Üçte bir fiyatına beyaz eşya, yarı fiyatına koltuk takımı, mutfak aletleri, avizeler, vantilatörler, televizyonlar, radyolar… Esnaflar arası acele pazarlıklara, müşteri ile yapılan uzun pazarlıklar eşlik ediyor; “abi bana gelişi bu”, “inan ki kurtarmaz güzel abim”, “abi vallahi ben zarar ederim”, “yap bir güzellik be dayı”, “az daha öksür be hemşerim”. Pazarlık etmeyi bilen esnaf ile müşteri, birbirinin elini sıkmaya uğraşırken arada huysuz bir esnaf bağırtısı duyuluyor: “Mal benim aslanım, bırak dursun yerinde. Boncuk gibi mal o paraya olur mu?”, “Aşağı dükkâna sordun geldin, ben bilmiyor muyum, elli lira demiştim yetmiş beş lira oldu sana.”. Bir malı kimi zaman beş lira daha ucuza bulabilmek için girilen onlarca dükkân, çaycıların demiryolu sinyalizasyonundan efektif ıslıkları, mal indiren, mal yükleyen irili ufaklı kamyonetler, sürekli bir selamlaşma, daimî bir hâl hatır muhabbeti… Tüm bu keşmekeşin içinde kucağında küçük bir televizyonla sırıtarak yürüyen bir amca, kolundaki saati yirmi liraya satmaya çalışan bir genç, simitçiler, gobitçiler ve çokluğu ile şaşırtan, meydanın yeni rengi mülteciler. Siyah Afrika’dan onlarca genç, yarım yamalak bir Türkçe ile derdini anlatmaya çalışıyor. Siyah gencin istediği eşyanın elinde olmadığını zar zor anlatan bir esnaf, kâğıt kalem çıkartıp adres yazıyor, cep telefonundan bir numara bulup altına iliştiriyor. Gencin yine zorlanacağını tahmin etmiş olacak ki, tam kâğıdı gence uzatırken geri çekiyor ve kâğıdın öteki yüzüne bir de kroki çiziyor. “Gelin kardeşim, bir siz eksiktiniz, ne diyeyim ki size, umarım memnun olursunuz burada” diyerek uğurluyor Somalili genci.

Bir spotçunun dükkanına giriyorum. “Abi sen gazeteci misin?” diye sarıyorlar etrafımı. Ne olur derdimizi dinleyin, aktarın, yayımlayın. Oturuyorum, hemen çay geliyor. Bu sabah tahliye kararı yollanmış bazı dükkanlara, hem de yedi gün içinde istiyorlar tahliyeyi. Herkes panik içinde, kimse ne yapacağını bilmiyor. “Abi bak, burası benim tapulu yerim, beni tapulu yerimden atacaklarmış.”, “Burasından binlerce kişi ekmek yiyor be, yazık değil mi bize?”, “Kardeşim sen beni dinle, benim babamdan kaldı bu dükkân, zamanında kaç ev satmış da almış burayı.”, “Benim bebeliğim burada geçti be. Taştı bu sokaklar, asfalt değildi. Her köşesinde benim anım var buranın.” Hepsi ile konuşmaya çalışıyorum. Hiçbiri bırakmak istemiyor İtfaiye Meydanı’nı. Bazısı devletin bir yer göstereceğinden bahsediyor ama kimse bu işe de güvenemiyor. Daha evvel Yeni Sanayi esnafını Şaşmaz Sanayi’ye taşıdıklarında olanları hatırlıyorlar. Devlet dükkanını yıktığı esnafa yeni dükkân göstermişti ama kiraları eski dükkanından on kat fazla olunca pek bir anlamı kalmamıştı bu jestin. Mal sahibi olanlar nispeten daha sakinler. Kiracı olanlar hepten karamsar.

Çevreye bakınarak geziniyorum meydanda, bir saatçi dükkanının önündeyim şimdi. Taş çatlasa altı yedi metrekare bir dükkancık. Dükkânın kapısında yaşlıca bir amca. Bu amca, bu küçücük dükkânda kiracıysa devletin gösterdiği yere nasıl taşınacak? Devlet böyle küçücük dükkân yapacak mı peki? Yapmayacağını tahmin edebiliyorum. Büyük dükkân tutacak hali mi var bu adamcağızın? Ya mal sahibiyse? Devletin yapacağı dükkân ile bu dükkânın kamulaştırma bedelinin farkını bu amca ne ile ödeyecek? Diyelim ki bıraktı bu işi, ne iş yapacak? Bu amca kaç kişiye bakıyor? Bu saatten sonra ne iş yapabilir? Bunları düşünerek yaklaşıyorum. Kurmalı saat soruyorum. Vardı da hep aldılar oğlum diyor. Gazeteci olduğumu öğrenince önce “İyi meslek” diyor, hemen ardından soruyor “Ne kazanıyorsun sen?”. Cevabı duyunca “Yapma ya… Bak şimdi ben duydum ki yeni kadro açacaklarmış. Bekçi ol oğlum. Benden sana tavsiye. Bekçi ol, bu gazeteciliği de yine yaparsın. Bırak bu işleri, gençsin daha, eğer çok istersen boş zamanında yaparsın. Aç kalırsın yoksa bu memlekette.” Benim aklımda amcanın işi, amcanın aklında benim aşım.

Bir yokuştan çıkıp eskicilerin bölgesine varıyorum. Burası spotçuların bölgesinden biraz farklıdır. Dükkanlar mutlaka sokağa taşmıştır, esnafı ille de dükkânın önünde çalışır. Burada insan trafiği, spotçuların bölgeye göre daha yavaştır. Daha az müşteri, daha yavaş yürüyerek akıp gider, daha düzensiz sokaklardan. Alışveriş de zayıftır çünkü alıcılar kadar bakıcılar da gezer buraları. Bu tezgahların bakıcısı olması da keyiflidir doğrusu. Eskicileri gezerken bu bakıcılık işinden öğrendiğimin haddi hesabı yoktur. Kurmalı duvar saatleri ayarlanırken yelkovan asla işleyiş istikametinin tersine çevrilmez, cam küllüklerin maviye çalanları Rus malıdır, Zorki fotoğraf makinelerinde kurma kolu sarılmadan enstantane ayarlanmaz, eski radyoların ahşap aksamlarını bebeyağı ile yağlamak şaşırtıcı sonuçlar verir, fildişi çevirmeli telefonlar sadece bakanlıklarda kullanılırdı, yetmişli yılların Çin malları oldukça kalitelidir. Bunun gibi yüzlerce bilgi kırıntısını antika pazarlarında, eskicilerde geçirdiğim bakıcılık mesaisinde edindim.

Tezgahların arasında ilerlerken kendimi Neco Dayı’nın dükkanında buldum. Dayı, İtfaiye’nin en bilindik eskicisidir. Kendisine antikacı dedirtmez, “bizim işimiz eski olan her şeyle” der. Koleksiyoncu değildir. Dükkanında yok yoktur, dağınıktır, sıkış tepiştir. Bu tozlu dağınıklığın içine bakan bir acemi, raflarda, tezgahlarda duran ya da yere atılmış kıymeti seçmekte zorlanabilir ama gören gözler için alelade eskilerin içinde paha biçilmez eşyalar görünür. Birazdan satın alıp salonun baş köşesine oturtacağınız bir nesnenin üzerinden atlayarak girebilirsiniz Neco Dayı’nın dükkanına. Bu olağandır. Neco Dayı dükkânda işler çığırından çıktığında ortalığı bir toparlar, birkaç hafta o düzen sürer. Sonra tekrar bozulur, dağınıklık dayanılmaz olunca tekrar toplanır. Dükkânın önünde selamlaştık Dayı ile. Gel içeri, yukarı çıkalım dedi. Yukarı kata çıktık, sokağa bakan pencerenin dibine kurulmuş sofrada önceki akşamın biraları duruyordu henüz. “Ortalık iyice dandini oldu. Böyle bırakmazdım da içimden dokunmak bile gelmiyor artık. Şu yıkım mıkım hikayesi iyice canımı sıktı. Nasılsa yıkacaklar deyip dokunmuyorum artık. Yıkacaklarmış, gidecek yerimiz var sanki.”

Neco Dayı’dan bir başka söz mü bekliyordum, bilmem. O da karamsar konuşunca çıktım gittim İtfaiye’den. İtfaiye Meydanı, şu içindeki tezgahlardaki mallarla aynı kaderi paylaşacak. Kullanıldı, ömrü tamamlandı, çöpe düştü, şimdi yok oluyor. İşin kötüsü, onu çöpten kurtaracak herkes de meydan ile birlikte yok olacak.