2016 yılının Haziran ayında mezun oldum İLEF Gazetecilik bölümünden. İnsan, dile kolay, 20 yıla yakın bir süre öğrenci olunca, mezun olduğunda sudan çıkmış balığa dönüyor. Ben de döndüm ve bir sene boyunca o ilan senin, bu mülakat benim dolaştım, durdum. Bari dedim yüksek lisans yapayım. ALES’i ve dil sınavını cebime koyup, elim çok da gitmediği halde, ülkedeki İletişim Fakültelerinin yüksek lisanslarına başvurular yapmaya başladım. Bu süreçte Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olan bir yüksek lisans programı dikkatimi çekti: Latin Amerika Çalışmaları…
“Neymiş ya Latin Amerika?”, “Ne olunuyor ki bunu öğrenince?” sorularına da çok maruz kaldım. Yakınlarım bilir üniversiteyi meslek yüksek okulundan farklı gördüğümü. Bu bölümü isterken niyetim de işsizliğime işsizlik katmak değildi. Ucundan kıyısından sol siyasetle ilişki kurmuş herkes sempatiyle bakar Latin Amerika’ya. Oraların Fidel’i, Che’si, Zapata’sı, Subcomandante Marcos’u vardır. Miguel Angel Asturias gibi bir yazar çıkmıştır o diyarlardan. Gabo Marquez, Sepulveda, Galeano ve birbirinden değerli daha birçok yazar… Müzisyenlere hiç girmiyorum bile; onları da yazsam buradan Şili’ye yol olur herhalde. Latin Amerika’ya dair okuduğum ilk kitap, bir tuğla boyutunda olan Paco Ignacio Taibo’nun yazdığı Nam-ı Diğer Che idi. Sonrasında Eduardo Galeano’dan Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı okudum ve onu da yine Galeano’nun Tepetaklak’ı takip etti. Hepimiz izlemişizdir Motosiklet Günlükleri’ni, özenmişizdir Doktor Ernesto Guevara ve arkadaşı Alberto Granado’nun yolculuğuna. Bizim hayalimiz de bu olmuştur. Bizler için Amerikan Rüyası ABD’de han-hamam sahibi olmaya değil; o motosiklet yolculuğuna tekabül eder. Bu satırları okuduğunuzda aklınıza gelen ilk kişiyle yapmak istediğiniz, o bahsettiğim yolculuğa… Nuestra América yani Bizim Amerika derler Latin Amerikalılar. Benim gibiler için de Bizim Amerika, bu diyarlardır.
Yoksul bırakılmıştır Latin Amerika, zulüm görmüş ve iliğine, kemiğine kadar sömürülmüştür. Kolomb’un seferiyle, İspanyollarla başlamıştır gördüğü zulüm o toprakların. Oraların zenginliği Avrupa’yı Avrupa yapmıştır. ABD kendisine yakın olan bu coğrafyayı arka bahçesi yapmak istemiştir. Öyle ki Panama’yı Kolombiya’dan ayırmıştır kanala hakim olabilmek için. Üstüne bir de okul kurmuştur, Latin Amerika devletlerinin askerlerini darbe yapma ve komünizmle mücadele konusunda eğitmek için. ABD’nin “Bizim Çocuklar”ı oralarda da vardır yani. Onlarca darbe görmüştür Latin Amerika ve yüz binlerce kayıp vermiştir. Bugün de Latin Amerika’nın sıcakkanlı insanları, toprakları üzerinde can vermeye devam etmektedir. Kroniko’nun ilk içeriklerinden biri olan “Dünya Nefes Alamıyor” haberini yazarken can sıkıntısı ve öfkeden bir paket sigara içmişimdir herhalde. Sırf Brezilya’da, 14 yaşındaki João Pedro Matos adındaki çocuğun polis tarafından vurulması bölümünü yazarken 5 sigarayı uç uca eklediğimi hatırlıyorum. Meksika’da polisin meşrubat almaya giden 16 yaşındaki Alexander Martinez’i suçlu zannederek kurşunlaması, Giovanni Lopez cinayeti, Kolombiya’da Anderson Arboleda’nın coplanarak öldürülmesi, Şili’de Mapuçe lideri Treuquil’in fail-i meçhule kurban gitmesi ve Luis Espinoza’nın Arjantin’in Tucuman bölgesinde kaybedilmesi… Bunlar yalnızca o yazıda yer alan, pandemide Mayıs ve Haziran aylarında yaşanan cinayetlerdi. 1 Ocak – bugün arasını ele alırsanız bırakın bir yazıyı, bir kitap bile yazabilirsiniz.
Arjantin’in devlet geleneği
Dün Latin Amerika ile ilgili takip ettiğim sitelerde okudum Arjantin’de, Bahia Blanca yakınlarında bir kanalda bulunan cesedi. Muhtemelen ceset, henüz kimliği belirlenememesine rağmen Facundo Astudillo Castro’nun. Facundo’nun hikâyesini biliyordum, okumuştum; 30 Nisan 2020’de 22 yaşındaki genç, ailesiyle tartıştıktan sonra Bahia Blanca’daki kız arkadaşını ziyaret etmek için Pedro Luro’daki evinden ayrılmıştı. Facundo, Arjantin hükümetinin uyguladığı katı izolasyonu ihlal ettiği için polis tarafından gözaltına alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Facundo’nun annesi Cristina Castro, bulunan cesedin oğlunun olabileceğini, cesetten otuz metre uzakta oğlunun ayakkabısını bulduğunu söyledi. Arjantin’de kayıplar, bir nevi devlet geleneği. 1976 yılındaki Jorge Rafael Videla’nın başında olduğu askeri darbeden sonra ülke, dev bir işkencehaneye dönüştürülmüş, insan hakları örgütlerine göre 1976-1983 yılları arasında 30 bin kişi kaybedilmiş veya öldürülmüştü. Evlatlarını arayan ve adalet isteyen anneler de ilk olarak Arjantin’de kitlesel eylem yapmışlardı; Cumartesi Anneleri’mizin esin kaynağı olan, Plaza de Mayo Anneleri… Binlerce Arjantinliyi kaybeden diktatörlüğün başındaki Videla, kendisiyle üç kez söyleşi yapan gazeteci Guido Braslavsky’e arsızca şöyle bir açıklama yapmıştı: “Herkesi kurşuna dizemezdik. Bir sayı verelim, 5 bin diyelim. Arjantin devleti bu kurşuna dizmelerin masrafını karşılayamazdı. Dün Buenos Aires’te iki tane, bugün Cordoba’da altı tane, yarın Rosario’da dört tane ve bu şekilde beş bine kadar devam… Bu mümkün değildi. Onlardan geriye kalanın yerini göstermek mi? Ne gösterebiliriz? Denizi, La Plata ve Riachuelo nehirlerini mi? Bunların listesini tutmayı düşündük ancak sonra şöyle dendi: Onların öldüğü söylenirse, yanıtlanamayacak sorular gelmeye başlar: Kim, ne zaman, nerede, nasıl öldürdü gibi…”
Diktatörlükten demokrasiye geçtikten sonra da Arjantin’de devlet tarafından kaybedilmeler devam etti. “Arjantin’de bir başka kayıp vakası” alt başlığıyla yazmıştım Luis Espinoza’nın hikâyesini. 15 Mayıs 2020’de polis tarafından kaybedilen Espinoza’nın cansız bedeni, 22 Mayıs’ta bir uçurum kenarında plastik poşetlere sarılmış halde bulunmuştu. 2017 yılında Latin Amerika Çalışmaları’na başvurduğum dönemde, Arjantin’de Santiago Maldonado adlı, Mapuçe halkının haklarını savunan bir gencin polis tarafından kaybedilmesi gündemdeydi. Patagonya’da 1 Ağustos 2017’de bir yol kapatma eyleminde jandarma tarafından gözaltına alınan Maldonado’dan bir daha haber alınamamıştı. 17 Ekim 2017 tarihinde Chubut Nehri’nde bir ceset bulundu. Ailesi, Maldonado’nun kimliğini ancak dövmelerinden tespit edebildi. Araştırdıkça öğreniyor insan, on üç bin kilometre uzaktaki insanlarla aynı duyguları, aynı öfkeyi paylaşıyor. Ben bilmiyordum mesela 1993 yılında La Plata Ulusal Üniversitesi Gazetecilik bölümünde okuyan 23 yaşındaki Miguel Bru’ya, polisin öldürene kadar işkence ettiğini ve cesedinin bugün dahi ortada olmadığını. Bilmiyordum, 2003 yılında Ivan Eliado Torres’in gözaltında kaybedildiğini, 2009’da gözaltına alınan Luciano Arruga’dan 2014’te Chacarita Mezarlığı’nda cesedi ortaya çıkana kadar haber alınamadığını. Bildiğim şey ise tüm devletlerin imhaya dair çeşitli gelenekleri olduğu ve Arjantin’de de bu geleneğin “kaybetmek” olduğuydu.
Orada, vatandaşlarını 2020 yılında dahi “kaybeden” ve anneleri, çocuklarını ancak dövmesinden veya ayakkabısından teşhis etmek zorunda bırakan bir devlet; burada, çocuklarını arayan ve adalet isteyen Cumartesi Anneleri’ni döverek gözaltına alan bir devlet var. Birbirimize ne kadar uzak ama aslında ne kadar da yakınız.
Not: Madem ki kayıplardan bahsettik, Plaza de Mayo Anneleri’ni, Cumartesi Anneleri’ni andık; Bandista’dan “Benim Annem Cumartesi” parçasını dinlemeden geçmeyelim.
Kapak fotoğrafı: Vanesa Schwemmler