Skip to main content

Bir halk meydanı, bir hafıza sahası ve bir gelecek talebi olarak Taksim üzerine..

Tarihte bazı yerler vardır ki, yalnızca coğrafi konumlarıyla değil; taşıdıkları anlam, temsil ettikleri mücadele ve yarattıkları toplumsal bellekle var olurlar. Onlar birer sokak, cadde ya da meydan değil; bir kuşağın sesi, bir sınıfın iradesi, bir halkın kolektif hafızası haline gelir. Taksim tam da böyle bir yerdir. Burası İstanbul’un ortasında yer alan sıradan bir alan değil; Türkiye’de eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesinin ete kemiğe büründüğü politik bir sahnedir.

Taksim’i istemek, yön tayin etmek değil; taraf belirlemektir. 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak, bir güzergah tercihi değil; bir tarihsel kararlılıktır. Çünkü Taksim, yalnızca işçi sınıfının mücadelesine değil, bu ülkenin bütün direniş geleneklerine tanıklık etmiş, onları içselleştirmiş ve her seferinde o mücadeleyi yeniden kamusal alana taşımış bir hafıza alanıdır. Geçmişten bugüne, Taksim hep yeniden sahiplenilmiş, yasaklandıkça daha çok istenmiş, kuşatıldıkça daha büyük bir iradeyle kuşatmaları aşmıştır.

Devletin Taksim üzerindeki kontrol ısrarı, yalnızca güvenlik refleksiyle değil; aynı zamanda bu alanın temsil ettiği siyasal anlamı denetim altına alma çabasıyla ilgilidir. Çünkü kamusal alan, iktidarın yalnızca fiziksel değil, sembolik düzeyde de egemenlik kurmak istediği yerdir. Taksim’in çevresine örülen bariyerler, aslında hatırlamaya, hesap sormaya ve eşitlik istemeye karşı örülmüş siyasal duvarlardır. Fakat bu duvarlara rağmen, Taksim’i isteyen halkın iradesi her defasında bir boşluk bulmuş, o boşluktan bir yürüyüş, bir ses, bir hatırlama yükselmiştir.

Bu hatırlamanın en ağır ve en unutulmaz uğraklarından biriyse hala tam anlamıyla konuşulmamış, ama hep içimizde duran bir günün gölgesinde şekillenir: 1 Mayıs 1977.

1 Mayıs 1977 Kazancı Yokuşu

1 Mayıs 1977: Kurşunların, sessizliğin ve sahiplenmenin tarihi

1970’li yıllar, Türkiye işçi sınıfının yalnızca üretim süreçlerindeki değil, siyasal alandaki etkisinin de hızla arttığı yıllardı. İşçi sınıfı önderliğindeki sendikal hareketler, giderek daha politik bir hat izlemekte; grevler, toplu sözleşmeler ve sokak eylemleri yalnızca ücret mücadelesi değil, rejim tartışması haline gelmekteydi. İşçi sınıfı, geniş yoksul halk kesimleriyle birlikte bu topraklarda gerçek bir toplumsal dönüşümün motor gücüne dönüşüyordu. 1 Mayıs mitingleri de bu dönüşümün en kitlesel, en görünür anlarından biriydi. Ve 1977 yılında, bu tarihsel sürecin en güçlü izdüşümü Taksim Meydanı’nda yaşanacaktı.

1 Mayıs sabahı erken saatlerden itibaren yüz binlerce insan meydanı doldurdu. Türkiye tarihinin en büyük 1 Mayıs mitingiydi bu. Her sektörden işçi, kadın örgütleri, devrimci gençlik, sosyalist partiler ve bağımsız emek çevreleri hep birlikte aynı sloganlarla, aynı iradeyle bir aradaydı. Fakat saatler 19.00’a yaklaşırken, her şey bir anda değişti. Kürsüde DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşurken, çevredeki binaların üst katlarından ve Intercontinental Oteli’nin üzerinden kalabalığın üzerine ateş açıldı. Önceden hazırlanmış noktalardan gerçekleştirilen bu saldırı bir anda kitlesel paniğe neden oldu.  Polis güçleri, saldırıya müdahale etmek bir yana; alanı adeta bir tuzağa çevirdi. Kaçış koridorları kapatıldı, meydanın çıkışları kontrol altına alındı. İnsanlar bir yandan yukarıdan açılan ateşle hedef alınırken, bir yandan da arkadan gelen panzerlerin baskısıyla kıstırıldı. Kurşunların ortasında kalabalık sıkıştı. Panik içinde yere düşenler ayağa kalkamadan ezildi; panzerlerin rotası kaçışan değil, doğrudan üzerine yürüyen kalabalığa çevrilmişti. Katliamın bilançosu ağırdı: 34 insan oracıkta hayatını kaybetti. Kimisi kurşunla vuruldu, kimisi araçların altında, kimisi nefessiz kalmış bedenlerin arasında can verdi.

Bu saldırı, münferit bir provokasyon değil; emek hareketinin kitlesel gücünü sindirmeye, sokağın siyasal karakterini kriminalize etmeye yönelik, doğrudan sermaye aklıyla planlanmış bir operasyondu. O gün Taksim’e sıkılan kurşunlar, yalnızca insanların bedenine değil; işçi sınıfının görünürlüğüne, örgütlülüğüne ve meşruiyetine sıkılmıştı. Ve bu planlamanın arkasında; kontrgerilla yapılanmaları, büyük sermaye odakları ve NATO güdümlü iç güvenlik konseptleri vardı. Türkiye’yi yeniden biçimlendirmek isteyen bu ittifak, Taksim’i yalnızca bir meydan değil, kontrol altına alınması gereken bir siyasal sembol olarak kodladı.

1 Mayıs 1977, Türkiye tarihinde yalnızca bir katliam değil; kamusal alanın siyasallaşmasının cezalandırıldığı bir eşikti. Taksim, o gün kitlesel olarak hedef alındı; ve o günden sonra devletin gözünde artık yalnızca bir toplanma alanı değil, potansiyel bir tehdit, “düzenin” kesintisizliğine karşı kitlesel bir müdahale riski olarak tanımlandı. 1977, bu nedenle yalnızca geçmişte yaşanmış bir trajedi değil; bugüne dek süregelen alan yasaklamaların, politik kriminalizasyonun ve hafızayı silme çabasının da başlangıç noktası oldu.

Ve bu hat, birkaç yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte kurumsallaşacak; yalnızca insanlar değil, meydanlar da disipline edilecekti.

12 Eylül Darbesi ve Hafızasızlaştırma Stratejisi

12 Eylül 1980, bu ülkenin tarihine sadece bir askeri darbe olarak değil, sistematik bir toplumsal tasfiye projesi olarak kazındı. Darbeciler ilk olarak işçileri, öğrencileri, kadınları, köylüleri, devrimcileri, muhalif gazetecileri, sanatçıları, sendikacıları hedef aldı. Binlerce insan gözaltında kaybedildi, işkenceden geçirildi, idam edildi. Ama baskı yalnızca bedenlerle sınırlı kalmadı. Darbe, halkın sokakla kurduğu ilişkiyi de cezalandırmak istedi. Çünkü yalnızca insanlar değil; toplumsal muhalefetin belleği, ritüeli ve meşruiyeti de imha edilmeliydi. Bu nedenle, 12 Eylül’ün hedef aldığı en görünür alanlardan biri, tam da bu hafızanın kalbi olan Taksim Meydanı’ydı.

Taksim; 1 Mayıs 1977’de yalnızca bir katliama değil, aynı zamanda kitlesel politik uyanışa da sahne olmuştu. Darbenin generalleri bu meydanı unutmadı. Çünkü onlar çok iyi biliyordu ki, alanlar, meydanlar yalnızca coğrafik değil, sınıfsal ve tarihsel bellektir. O nedenle 12 Eylül rejimi, meydanları yalnızca fiilen değil, simgesel düzeyde de boşaltmayı hedefledi. Taksim, bu yeni stratejinin merkezine yerleştirildi.

Artık 1 Mayıs’lar, “güvenlik” gerekçesiyle Taksim’den uzaklaştırılıyor, başka semtlere taşınıyor, alan sınırlamalarıyla, izin prosedürleriyle, fiili barikatlarla çepeçevre kuşatılıyordu. Devlet, alanları değil; hafızayı yasaklıyordu. Bu yeniden düzenleme yalnızca fiziksel değil, ideolojik bir dönüşümdü. Sokağın ve meydanın politik işlevi budanıyor, yerini “kamu düzeni” adı altında denetlenen steril, sembolik alanlara bırakıyordu. Artık gerçek kamusal alanlar değil, kontrollü temsiller vardı. Taksim, yalnızca bir meydan olmaktan çıkarılıyor, hafızasızlaştırılıyordu.

Meydanın etrafında beliren demir bariyerler, yalnızca fiziksel bir engel değil; toplumsal belleğin görünmezleştirilmesiydi. Taksim’e çıkan her adım, “kanunsuz eylem”, “kamu düzenini bozmak”, “toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet” gibi suçlarla karşılanıyor; meydanla halk arasına yalnızca polis değil, rejimle tanımlanmış yeni bir alansal ideoloji de yerleştiriliyordu.

Ama tüm bu müdahaleye rağmen, Taksim hiçbir zaman unutulmadı. 1990’lar boyunca yasaklar sürdü, ancak irade kırılmadı. Her barikat, yeni bir sloganın sebebi oldu. Her yasak, meydanın değerini büyüttü. Ve zamanla, özellikle 2000’li yıllarda, sokak yeniden sesini bulmaya başladı.

1 Mayıs 1988

90’lar ve 2000’ler: Yeniden!

12 Eylül’ün yarattığı hafızasızlaştırma politikaları, 1980 sonrası ve 90’lar boyunca sistematik biçimde devam etti. Ancak, devletin o soğuk mühendislik girişimine rağmen, sokaklar ve meydanlar sessizce yeniden hayat buldu. 1990’larda darbenin yıkıcı gölgesinde, kentsel alanlarda ve unutulmuş hafıza kırıntıları arasında, altıncı hislere sahip emekçiler, öğrenciler ve muhalif sesler yeniden filizlendi.

2000’li yılların başında, bu sessiz direncin işaretleri daha görünür hale gelmeye başladı. Kamusal alanlar, devletin yasak ve kısıtlamalarına rağmen, alternatif anlamlar üretmenin; başka bir toplumsal belleği inşa etmenin alanına dönüştü. Kapanan her çıkış, yasaklanan her toplanma, geleceğe dönük bir meydan çağrısına evrildi. Sokaklar, bastırılmış anıları ve silinmek istenen direniş geleneğini kendi zemininden yeniden uyandırdı.

1 Mayıs 2010 – Taksim

Tam da bu yükselişi soğurmak, toplumsal hafızayı kendi eliyle yeniden biçimlendirmek isteyen AKP iktidarı, 2010 yılı itibarıyla politik bir manevrayla devreye girdi. Otoriterliğini kurumsallaştırma sürecinde, içeride ve dışarıda “demokratikleşme” vitrini kurmak isteyen iktidar, Taksim’i kontrollü bir şekilde “açıyormuş gibi” yaptı. 1 Mayıs’ı yıllar sonra Taksim’de yapılabilir kıldı; ama bu bir hak teslimi değil, bir hegemonya mühendisliğiydi. AKP, meydanları özgürleştirmedi; yalnızca mücadele geleneğini kendi denetimi altında yumuşatmayı denedi. Taksim’e yürüyenlere kapıyı aralayan iktidar, bu yürüyüşü kendi meşruiyetine içkin bir gösteriye dönüştürmek istiyordu. O dönemin liberal aklıyla el ele, meydanı bir tür “demokratik PR malzemesi”ne çevirmeye kalktı. Ancak bu vitrin uzun sürmedi. İlk fırsatta, 1 Mayıs tekrar yasaklandı. Meydan yeniden barikatlarla çevrildi, polis müdahaleleri geri döndü. Çünkü AKP’nin Taksim’e dair niyeti hiçbir zaman halkın alanını halka teslim etmek değildi; o alanı siyasetsizleştirmek, geçmişinden koparmak, hafızasızlaştırmaktı. Taksim’in açılması, bir lütuf olarak sunuldu; kapatılması ise mutlak bir tehdidin gereği gibi gösterildi. İktidar, böylece hem alanı hem o alana yüklenen anlamı tekeline almak istedi. Ama sokaklar bu mühendisliği kabul etmedi. Unutulmak istenen her şey, yeraltı sularında biriken direnç gibi kendine yeniden yol buldu. Çünkü emek, özgürlük ve eşitlik talebi, ne darbeyle mühürlenebilecek ne de seçim aritmetiğiyle törpülenebilecek bir iradeydi.

Ve şimdi, 2013 Gezi Direnişi’ne uzanan uzun ve sancılı sürecin kapıları aralanıyordu. Bastırılmak istenen ne varsa; ses, hafıza, beden, itiraz… hepsi bir araya gelip Taksim meydanına geri çağırıyordu. Ve o çağrının en gür yanıtı, Gezi Parkı’nda yankılanacaktı.

2013 Gezi Direnişi’nde Taksim ve Atatürk Kültür Merkezi

Gezi: Hafızanın Direnişi

2013’te İstanbul’un göbeğinde, Taksim’in hemen yanı başındaki küçük bir parkta başlayan direniş, Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal uyanışın kapısını araladı. Gezi Parkı’nda doğaya ve kent hakkına sahip çıkanların yaktığı ilk kıvılcım, aslında yıllardır bastırılmaya çalışılan toplumsal birikenin dışavurumuydu. Çünkü mesele sadece üç-beş ağaç değildi; mesele, yıllardır biriken baskı, denetim ve tahakkümün gölgesinde yaşamaya zorlanan bir toplumun kendini yeniden hatırlamasıydı.

Devletin bu kıvılcıma verdiği ilk cevap, sabaha karşı parkta kurulan çadırları yakmak oldu. Ardından parkı savunmak üzere gelen yurttaşlara biber gazı, plastik mermi ve TOMA’larla saldırıldı. Direniş büyüdükçe söylem de sertleşti: “çapulcu”, “marjinal”, “serseri” gibi sıfatlarla onurlu bir halk hareketi karalanmaya çalışıldı. Polis şiddeti tırmandı; sokaklar yoğun gaz bulutları altında kaldı. Ama bu baskı geri adım attırmadı; aksine direnişi yaygınlaştırdı.

Gezi Parkı kısa sürede yalnızca İstanbul’un değil, Türkiye’nin dört bir yanının ortak direniş alanına dönüştü. Ankara, İzmir, Eskişehir, Hatay, Adana, Antakya, Tunceli, Bursa ve daha birçok kentte halk sokağa çıktı. Barikatlar kuruldu, forumlar oluşturuldu, kolektif hayat yeniden örüldü. Ve bu süreçte ne yazık ki genç yaşta canlar da yitirdik.

Ali İsmail Korkmaz, Eskişehir’de sokak ortasında dövülerek öldürüldü.

Abdullah Cömert, Antakya’da gaz kapsülüyle başından vurularak yaşamını yitirdi.

Ethem Sarısülük, Ankara’da polis kurşunuyla katledildi.

Berkin Elvan, İstanbul’da başına isabet eden gaz fişeğiyle aylarca komada kaldıktan sonra, henüz 15 yaşında yaşamını yitirdi.

Hasan Ferit Gedik, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş… Her biri sokakta, Gezi’nin ruhunu savunurken yaşamını kaybetti.

Bu isimler, bir parkın ötesinde bir şeyin savunulduğunu gösteriyordu. Gezi, sadece yeşili korumak değil; hakikati savunmaktı. Adalet, özgürlük, eşitlik ve kamusal alan talebinin en çıplak haliydi. Bir parkın içinden halkın vicdanı konuştu ve devlet, o sesi bastırmak için 1980’lerden miras aldığı tüm yöntemleri devreye soktu. Gözaltılar, tutuklamalar, karalama kampanyaları, sosyal medya linçleri, montaj videolar, “darbe girişimi” suçlamaları… Tüm bu saldırılar, halkın kolektif hafızasında Taksim’in anlamını daha da derinleştirdi. Çünkü Taksim artık sadece bir adres değil; temsil edilemeyenin, bastırılamayanın, unutturulamayanın adıydı. Her kuşak, kendi öfkesini ve hayalini bu meydanda yeniden dile getirdi. “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı, yalnızca bir çağrı değil; bir hafızanın yeniden vücut bulmasıydı. Taksim’i yasaklamak isteyen iktidar, tam da bu yüzden her seferinde aynı refleksi gösterdi: suçla, bastır, karala, yasakla. Ama bu strateji her seferinde aynı duvara çarptı: Halkın unutmayı reddeden belleğine.

Ve bu bellek, yıllar sonra yeni bir kuşağın içinden yeniden yükselmeye başladı. Onlar Gezi’yi yaşamadılar belki ama onun ruhuyla büyüdüler. Susturulmuş geçmişin sesi, yeniden sokağa çağırdı onları. 19 Mart 2025’te bu çağrı karşılık buldu. Meydanlar yeniden hatırlandı.

19 Mart’ta, İstanbul Üniversitesi’nde aşılan ilk barikat

19 Mart 2025 sonrası: Hafızanın yeniden dirilişi

Gezi’nin ardından geçen yıllar, toplumun farklı kesimleri için uzun bir sessizlik ve geri çekilme dönemiydi. Direnişin bastırılması, kitlesel gözaltılar, yargılamalar, toplumsal muhalefetin sindirilmesi; yalnızca sokağı değil, umut duygusunu da zayıflatmıştı. Sokak unutulmadı ama geri çekildi. Hafıza canlıydı; fakat yüksek sesle konuşamıyordu. Taksim, yalnızca fiziken değil; psikolojik olarak da kuşatılmıştı.

Tabii, bu dönem boyunca herkes Taksim’den vazgeçmedi. Her 1 Mayıs’ta kimi işçi sendikaları, bağımsız yapılar, kimi devrimci örgütlenmeler yine meydanı zorladı; bazıları polis şiddetiyle karşılaştı, bazıları gözaltına alındı. Ancak kitlesel düzeyde ortak bir irade ortaya koymak mümkün olmadı. Sendikal yapıların büyük kısmı, devletle doğrudan çatışmaya girmemek adına, “alternatif alanlar”la yetinmeyi tercih etti. Taksim, görünürde unutulmadı ama pratikte yalnızlaştırıldı.

Bu tablonun değişmeye başladığı an ise 19 Mart 2025’ti. Üniversite kampüslerinde başlayan kıpırdanma, kısa sürede ülke geneline yayılan bir gençlik hareketine dönüşmüştü. İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin, Diyarbakır, Eskişehir, Antalya… Yüzlerce öğrenci, sokaklara çıkmaya başladı. Başlangıçta basit, neredeyse kişisel görünen isyanlar, kısa sürede kamusal olanla kesişti. Talepler netleşti. Sloganlar berraklaştı. Ve kalabalıklar yeniden ses buldu.

Z kuşağı Gezi’yi birebir yaşamamıştı. Ama onun gölgesinde büyüdü; yarım kalmış cümlelerini tamamlamak için sokağa çıktı. İktidarın baskı dili ise hiç değişmemişti: Tomalar, gaz bombaları, gözaltılar, medya ablukası, yargı sopası… Gençlik tüm bunlara karşı “geleceğimizi istiyoruz” derken, aynı anda geçmişe de sesleniyordu: “Her yer Taksim, her yer direniş.”

Ve elbette, bu hareketin görünmeyen ama en güçlü motiflerinden biri yine Taksim’di. Hiçbir çağrı yapılmamışken bile, gençler açıklamalarını oraya yürüyerek bitiriyordu. Taksim’e ulaşmak bir hedef değil; bir alışkanlık, bir hafıza pratiğiydi artık. Çünkü Taksim, hala “orada duruyordu.” Bütün yasaklara rağmen, orada duruyordu. Ve her kuşak gibi, 2025’in gençliği de o meydanı yeniden kendi sesiyle tanımlamak istiyordu.

Devletin tepkisi ise tanıdıktı. Yine barikatlar kuruldu. Polis, yine plastik mermilerle, biber gazıyla karşılık verdi. Sosyal medyada örgütlenen gençler “provokasyoncu” ilan edildi. Kamu spotları, televizyonlar, gazeteler devreye sokuldu. Ama bir şey farklıydı. Bu kez geri çekilme olmadı. Bu kuşak susmadı. Korkmadı. Geriye gitmedi. Çünkü sokak artık bir seçim değil; bir zorunluluktu. Yaşam alanıydı. Geleceğin tek mümkün alanıydı.

Fakat bu kıpırdanmanın en çarpıcı yanı, bir şeyi açıkça göstermesiydi: Direniş, temsiliyetin çok ötesine geçmişti. Artık hareket doğrudan, yaygın, yatay ve çoğulcuydu. Gençliğin örgütsüz ama örgütlü refleksi, sokakla ve hafızayla doğrudan temas kuruyordu. Ve bu da bazı geleneksel yapıları rahatsız ediyordu. Çünkü artık meydanlara çıkanlar, yalnızca işçiler, memurlar, sendikalı gruplar değildi. Öğrenciler, liseliler, işsizler, güvencesizler, kadınlar,  atanamayanlar… Bütün bastırılanlar, görünmeyenler, temsil edilmeyenler meydanda yeniden görünür olmuştu. Bu da “güvenli” olarak tarif edilen sınırlı alan anlayışını sarsıyor, ezberleri dağıtıyordu.

Ve bu eylemlilik dalgası, yıllardır sokağa mesafeli duran ana muhalefet partisini de zorladı. CHP, uzun yıllardır “sokağın değil, sandığın partisi” olmayı seçmiş, baskı koşullarını gerekçe göstererek kitlesel eylemlerden uzak durmuştu. Ancak bu kez sokak, onları değil; onlar sokağı takip etmek zorunda kaldı. Gençlik, örgütlü siyasetçilerin tereddüt ettiği alanlarda cesaretle yürüdü. “Korku duvarı”nı aşanlar vekiller değil, öğrenciler oldu. Bu çıkış, sadece bir kuşağın değil, bir toplumun yeniden uyanışıydı.

Ve bu uyanış, başka bir soruyu kaçınılmaz hale getirdi: Gençler Taksim’e yürürken, sendikalar neden sessizdi?

Sendikalar ve “güvenli alan” tuzağı..

1 Mayıs bir kez daha yaklaşırken, sokak Taksim’i hatırlatıyor; sendikalar ise yine konforlu alanlara sığınıyor.

Yıllardır olduğu gibi bu yıl da Türk-İş, Hak-İş gibi iktidar ve sermaye dostu sendikalar, meydan gibi bir hafızaya sahip olmadığından, “izinli alanlar”a yürüyecek. Zaten hiçbir zaman Taksim’le organik, tarihsel ya da ideolojik bir bağ kurmadılar. Onlar için 1 Mayıs, takvimdeki sembolik bir gün; meydan ise yalnızca “probleme yol açabilecek” bir yer. İşçiyi değil düzeni kollayan bu yapıların Taksim’i istememesi sürpriz değil.

Asıl mesele, yıllarca “mücadeleci sendikacılık” geleneğini temsil etmiş olan DİSK, KESK, TMMOB, TTB gibi yapıların da bu hat üzerinden ilerlemeye başlaması. Bir zamanlar 1 Mayıs denince akla gelen bu örgütler, artık “kitlesellik”, “güvenlik”, “provokasyon riski” gibi gerekçelerle Kadıköy gibi steril alanlara çekiliyor. Oysa mesele ne sadece alan ne de katılım sayısı. Mesele, kolektif hafızayla kurulan ilişki. Taksim, kitlesellik ölçüsüyle değil, tarihsel sorumlulukla değerlendirilmesi gereken bir yerdir. Ve bu tarihsel sorumluluktan vazgeçmek, yalnızca bir rota değişikliği değil; bir kimlik kaybıdır.

Her yıl biraz daha geriye çekilen bu örgütlü yapıların pozisyonu, yalnızca kendi sınırlarını daraltmakla kalmıyor; aynı zamanda sarı sendikacılığın ölçeğini büyütüyor. Taksim iradesinden vazgeçildiği her yıl, mücadele çizgisinin rengi biraz daha soluyor. Radikal olanın marjinalleştirildiği, hatırlayanın “aşırı” sayıldığı, meydan talebinin “sorun çıkarıcılık” olarak kodlandığı bu iklimde, kurumsal suskunluklar da iktidarın söylemini yeniden üretiyor. Artık sadece Türk-İş ve Hak-İş değil, bir zamanların direniş geleneğini taşıyan kurumlar da “güvenli alan” arayışında.

Oysa halk sokağa dönmüşken, gençlik Taksim demeye devam ederken, meydanlar yeniden hatırlanırken, sendikaların bu hafızadan geri durması, sadece tarihsel bir kopuş değil, aynı zamanda yeni bir kuşağa bırakılmış bir hayal kırıklığıdır. “İzinli miting alanları”na razı gelmek, mücadeleyi alanlara değil, protokollere sığdırmaktır.

Sonuç: Taksim Bir Talep Değil, Haktır.

Meydanlar yalnızca toplanma yerleri değil, toplumsal iradenin inşa edildiği siyasal alanlardır. Kolektif hafıza yalnızca metinlerde ya da zihinlerde değil; eylem alanlarında, yüz binlerin adım attığı ortak zeminlerde yaşar. Ve her toplumsal hafıza gibi, bu da alansızlaştırdıkça silikleşir; bastırıldıkça kırılır. Bu yüzden bir meydanı terk etmek, sadece bir fiziksel alanı kaybetmek değil; orada temsil edilen mücadele biçimini, tarihsel sürekliliği ve toplumsal iddiayı da terk etmektir.

Taksim, bu anlamda bir talep değil, doğrudan bir haktır. On yıllar boyunca yalnızca bir yürüyüş noktası değil, bir hafıza alanı olmuştur. Bastırılanın görünür kılındığı, silinmek istenenin hatırlandığı, temsiliyetin ötesinde bir varoluşun inşa edildiği bir alandır. 1 Mayıs’ta Taksim’i istemek, yalnızca geçmişi sahiplenmek değil; o geçmişin bugünkü taşıyıcıları olarak mücadele zincirini koparmamaktır.

Bugün sendikaların “güvenli alan” adı altında alternatif rotalara yönelmesi, Taksim’e dair hafızanın yükünden kaçmaktır. Bu tercih, yalnızca alansal değil; siyasal ve tarihsel düzlemde de bir kırılmayı temsil eder. Oysa halk, özellikle genç kuşak, bu hafızayla bağ kurmayı reddetmiyor. Aksine, geçmişin sorularını bugünün diliyle soruyor; geçmişin uğradığı alanlara bugünün gövdesiyle dönüyor. Taksim talebi, bu yüzden nostaljik değil; güncel, acil ve sahicidir.

Devletin ısrarla sürdürdüğü yasaklama politikası, yalnızca güvenlik refleksiyle değil, tam da bu tarihsel sürekliliği kırma isteğiyle şekilleniyor. İktidar, meydanı değil; hafızayı, meşruiyeti, mücadele geleneğini hedef alıyor. Taksim’e dönmek, bu kırılmaya direnmek; baskıya karşı sürekliliği, inkara karşı hatırlamayı ve unutturma çabasına karşı ısrarı temsil ediyor.

Bu yüzden bugün Taksim’i istemek, sadece bir meydanı değil; o meydanın yüklediği anlamı ve taşıdığı tarihi sahiplenmektir. Geçmişle bugünü birbirine bağlayan, mücadeleyi süreksizliğe mahkum etmeyen her adım, bu talebin taşıyıcısıdır.

Taksim’e çıkmak, mücadele hattını korumak; geleceği geçmişsiz bırakmamak demektir. Çünkü meydanlar terk edildikçe yalnızca bugünün eylemi değil, yarının imkanı da terk edilir.

Taksim bu yüzden talep değil, meşru ve vazgeçilmez bir haktır.

Bu 1 Mayıs’ta da geçmişin izini sürmek, sınıfın sesine güç katmak ve mücadeleyi büyütmek için adres bellidir: Taksim Meydanı.