Skip to main content

Kroniko.org’daki ilk yazımı, 2019 yapımı, yönetmenliğini Brezilyalı bir aktris ve yönetmen olan Petra Costa’nın üstlendiği “The Edge of Democracy” belgeseline ayırmak istedim. Bu tercihimin nedeni, belgeselin Brezilya’nın aktüel siyasi krizlerine ışık tutarken aynı zamanda ülkenin yakın siyasi tarihine doğru da bir yolculuğa çıkarması ve bu yolculuk vasıtasıyla demokrasinin ne olduğuna ya da nasıl araçsallaştırıldığına dair çok daha evrensel bir üst mesaja sahip olmasıydı. Dert edindiği meselelerin ise bugünün küreselleşme-hakim söylemi içinde üretilen politika açısından izdüşümlerine dünyanın tamamında rastlamak mümkün. Dolayısıyla içinde debelendiğimiz kadim köklere sahip krizlere dair bugünden söyleyecek çok sözü var belgeselin. Önümüzdeki yıllarda ise bu yıla hızlıca göz atarken kıymık gibi gözümüze saplanacak iki temel krizin; ABD’de yükselen ırkçı polis şiddeti ve salgının su yüzüne çıkardığı yaygın yoksulluk ve prekarite koşulları olacağı aşikar. Tam bu atmosferde git gide krizlerle yaşamaya alıştırıldığımız bir evrensel düzeni sorgulamaya açacaksak eğer, bunun nasıl olacağına dair belgeselin önerdiği sarsıcı fikir; krizin dış kabuğunun neye benzediği ve aktörlerinin kim olduğu değil, neyin eksikliğiyle hangi zeminde mümkün olduğu ve hangi koşullarda tekerrür ettiğiydi.

Brezilya’nın yakın geçmişine odaklanan belgesel, ülkede 21 yıl süren yakıcı bir askeri diktatörlüğün ardından gelen askeri rejimin öngördüğü hükümetlerin, ilk kez 2002 yılındaki genel seçimde Luiz Lula de Silva önderliğindeki sivil işçi partisine yenilişinden, iktidarı üçüncü dönemde Lula’dan devralan halefi, Brezilya’nın ilk kadın başkanı eski militan Dilma Roussef’in görevden alınmasına ve Brezilya’nın yeniden aşırı sağ hükümetlerce idaresine uzanan 17 yıllık süreci ele alıyor. Petra Costa’nın kendisi ve ailesinin kişisel tarihiyle paralel kurguladığı bu Brezilya anlatısında, bugünün Türkiye’sinin toplumsal fay hatlarıyla ve döngüsel ilerleyen, “uzak bir düş” olarak demokrasiye koşma maratonuyla akrabalıklar kurmak mümkün.

21 yıl süren askeri rejimin etkisinin ilk kez 1979’da başlayan işçi grevleriyle çatırdadığı Brezilya’da o dönem işçi hareketi lideri olan, hitabeti ve karizmasıyla kitlesel bir başkaldırıya öncülük eden solcu sendika lideri Lula’nın, ilk kez halk tarafından doğrudan seçimlerin talep edildiği 1984 yılında İşçi Partisi’ni kurarak seçimlere katılması ve nihayet 2002 yılında seçimlerden zaferle çıkışının kısa öyküsüyle açılıyor belgesel. Brezilya toplumu için serin sulara kavuşmak olarak adlandırabileceğimiz bu zafer, demokrasi ve yoksulluktan çıkış için büyük bir umut yaratıyor.

Nitekim çok geçmeden Lula hükümeti bu umudu pekiştirecek ilk büyük sosyal refah paketi olan ve yoksul ailelere temel bakım desteği, eğitim ve mali yardım sağlayan Bolsa Familia programını açıklıyor. Bugün hala sosyal refah politikaları alanında Güney ülkelerine özgü refah devleti modelleri içinde örnek gösterilen bu program, Brezilya’daki yoksulluğun yıkıcı etkisini süspanse ederken bir yandan istihdam alanları açıyor. Ancak tüm bu umutlu havanın üzerine bina edildiği ve zaferi mümkün kılan şeyin 1984-2002 yılları arasındaki seçimlerde defalarca aday olmasına rağmen seçilmeyen Lula’nın en son noktada parti söyleminde ve piyasa karşıtlığında taviz vermesiyle mümkün olduğunu da gösteriyor bize Costa.

O ana kadar küçük bir ayrıntı olarak duran bu taviz meselesi, Brezilya için vadedilen geleneksel yolsuzluk rejiminin çöküşünü değil, İşçi Partisi’nin koalisyonlar yoluyla şirketlerle olan devlet geleneği sayılabilecek, “siyasetçiye rüşvet payı” düzeninin sürdürülmesine yol açıyor. O dönemden sonra ise her pansuman türünden siyasal manevra sadece gelmekte olan hayal kırıklığını zamana yayıyor.

Buna rağmen iki dönem sonunda yeni bir başkan olan Dilma Roussef ile yoluna devam etmeyi başaran İşçi Partisi’nin, Brezilya’da baş göstermeye başlayan ekonomik sorunların çözümü için faizleri rekor seviyede düşürmesi ve krizin bedelini yoksullara değil zenginlere ödeteceğini söylemesi, şirketlerle varılan konsensüsü dağıtıyor ve 2014’teki yenilgisini kabul edemeyen muhalefet lideri Aecio Neves bu krizi fırsata çevirerek, yolsuzluk suçlamasıyla ilgili cezai soruşturma talebi için harekete geçiyor. Bu hareketlilik, ülkedeki sağ muhaliflerin protesto gösterilerine başlamasına neden oluyor ve protestolardan önce popülerliği epey yüksek olan Roussef’in liderlik rüzgarını hızla kesiyor.

Belgesel açısından kritik görünen Brezilya iç siyaseti gezintisi büyük ölçüde, Roussef’in soruşturma oylamasını kaybedip, seçim dışı bir yolla makamından uzaklaştırılmasıyla son buluyor. Açılış sahnesinde askeri rejimden çıkışın sevincini perdeye yansıtırken, Costa’nın sorduğu “Demokrasi sadece kısa soluklu bir rüya mıdır?” sorusu burada anlam kazanıyor. Soruşturmanın adil olup olmadığı, ülkenin sağ rejimlerce tesis edilecek bir düzene açılmak isteyip istemediği, rüşvet düzeninin değiştirilememesi meseleleri askıya alınarak, bir anda kör bir fanatizmle ve manipülatif bir kakofoniyle ikiye yarılmış bir toplum görüntüsüne tanıklık ediyoruz.

Mitlerin gerçeklerle karıştığı bu toplum düzeni, Brezilya halkını taraf olmak dışında, kendi çıkarlarıyla ilgili hiçbir sahici soruyu sormaya yer açamayacak şekilde sindiriyor. Toplum büyük bir şiddet sarmalının içindeyken çekilen belgesel; 21. yüzyılın en militarist, ırkçı, piyasa dostu, kadın düşmanı ve homofobik liderlerinden biri olan, salgın sürecinde bile küresel konsensüs sağlanan tedbirlere meydan okuyarak halkı ölümün pençesine iten lider Bolsonaro’nun Brezilyasına doğru giden yolun taşlarını döşeyen bütün siyasal sorumlulukları bir bir önümüze seriyor. Çekimler boyunca halkı sürekli bağıran büyük bir kalabalık olmak dışında hiçbir temsil düzleminde göremiyoruz, bunun bir tercihin sonucu olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen Costa, ülkenin kıyısına getirildiği iç savaş ikliminde, halkı sadece oy veren bir kalabalığa indirgeyen aktörlerin günün sonunda bu konuda ne kadar mahir olduklarını bize göstermek istiyor. Ancak bu rutini kıran ve bana kalırsa belgeselin düşündürdüklerini özetleyen özel bir sahne, bugünün piyasaya entegre demokrasi rejimlerinin açmazlarına ışık tutmaya yetiyor. Başkanlık Sarayı Roussef’in ayrılışının ardından temizlenirken, temizlik işçisi bir yerli kadın, bir sürü pislik çıktığını, herkes söylediğine göre bu yaşananların doğru olabileceğini ancak kendisine göre kimsenin temiz olmadığını söylüyor. “Demokrasi diye bir şey olduğunu düşünmüyorum, seçimle gelen birini biz seçimle göndermedik.”, “Ben, aslında oy hakkımız bile olduğunu düşünmüyorum” diyor ve elindeki bir kova suya bakarak, “Ne yazık ki bu pislikleri bir kova su temizlemeye yetmeyecek.” diye ekleyerek bitiriyor sözlerini.

Demokrasinin bir rüya alemi olup olmadığı, liderler etrafında kamplara bölünürken daha geniş çıkarlarımız adına neleri feda ettiğimizi, siyasetin ayrılmaz parçası haline gelen daimi kar odaklarını, karmaşık siyasal angajmanlara sadece basit cevaplar bulma isteğimizin, kör fanatizmin sise boğduğu toplumsal hakikatleri, iktidar denilen gücün kendisinin toplumla kurduğu yeni iktidar ilişkisini atlayarak vereceğimiz her yanıtın bizi en başa götürdüğünü, didaktik bir belgesel anlatısı kurmaktan kaçınarak ifade edebilme becerisi açısından “The Edge of Democracy”nin son yılların en çarpıcı işlerinden biri olduğunu düşünüyorum.