Yazma konusunda yetenekli insanlara imreniyorum. Hayatımın hiçbir döneminde rahat rahat yazamadım. Ya detaylarda boğuldum ya da cümleye nasıl başlasam derdiyle tıkanıp kaldım. Arkadaşım arayıp da “bir şeyler yazsana” dediğinde, açıkça söyleyeyim, içimden ufak bir “eyvah” dedim. Neyle ilgili yazacaktım? Nasıl yazacaktım? Hangi ara olacaktı bu iş…
İkimiz de yemek üzerine bir şeyler yazmam konusunda uzlaşınca, içim biraz rahatladı. Daha önce birçok farklı alanda çalışmış, okumuş, araştırmış olsam da sonuçta son 2-3 yıldır hayatımı yemeğin üzerine kuruyordum ancak telefonu kapatıp biraz düşününce, burada da sorunlu bir nokta olduğunu fark etmem çok zaman almadı. Yemek, siyaset gibi bir şeydi. Herkesin hayatına giren ve herkesin üzerine söyleyecek bir ton lafının olduğu bir konuda ne yazacaktım?
Buzdolabının kapağını açıp ne yemek yapabilirim diye düşünürken bir yandan da ne yazacağım ile ilgili sorular aklımı kurcalamaya devam ediyordu. Gözüm en alt rafta duran dörtlü bira paketine takıldı. Eskiden olsa, dört biranın kısa ve tombul halleriyle ne kadar çok yer kaplayacağını düşünürdüm. Oysa şimdi ele daha iyi oturan ince ve uzun formlarıyla bira şişeleri buzdolabında daha az yer kaplıyordu; ama hiçbir şey eski Tombul Efeslerin yerini dolduramazdı değil mi? İşte tam o anda, “Eureka”. Sorularım cevabını bulmuştu. Tombul Efes.
Tombul Efes neydi? Sadece bira mı? Bence hayır. Ya elinizde bir torba tombul Efes’le yola düştüğünüz zamanlar? Biz, depozito olarak verdikleri 250 binlerle dondurma dolabına saldırır deli gibi meybuz alırdık. Bir çocuk için Tombul Efes sadece bira olabilir miydi? Yoksa o Tombul Efes’in şişesine baktığında aslında dondurmaları mı görüyordu? Bence 90’larda büyüyen bir çocuk için Tombul Efes demek Meybuz seçmenin heyecanı demekti. Ya diğer insanlar için bira ne anlam taşıyordu?
Buzdolabının karşısında dikildiğim o dakikalarda bunları düşünürken aklıma takılan diğer sorunu da çözmüştüm. Yazının başında söylediğim gibi yemek herkesin hayatındaydı ve herkes yemeğe dair bir şeyler söylerdi ancak yemek sadece karın doyurmuyordu. Mideyi doyurmanın ötesinde, algılarımızı ve hafızamızı doyurması onu, benim için vazgeçilmez kılan en önemli özelliğiydi. Yemeğin kişisel ve toplumsal hafızamızı şekillendiren yönleri üzerine bir şeyler karalamaya o an karar verdim denilebilir.
Soğuk İçiniz
“Bira Bu Kapağın Altındadır.” Hepimizin aşina olduğu bu slogan, uzun süre Efes’in sarı-mavi reklam panolarında yer aldı. Aslında sadece bir ticari markanın reklamını yapmıyordu bu slogan. Toplumsal alışkanlıkları ve genel kanıyı iyi bir şekilde yansıtıyor, algıyı yönetiyordu. O dönemler, “düşük alkol”, “kolay içim”, “keyifli zaman” denildiğinde akla gelen ilk içki biraydı. Aslında Tuborg markası da aynı Efes gibi, 1969 yılında piyasaya girse de bira denildiğinde, yıllar boyu birçoğumuzun aklında beliren tek imge; Efes’in koyu kehribar rengiyle avucumuzun içine zor sığan tombul şişesiydi. Yani “Bira”, gerçekten bu kapağın altındaydı.
İlgimi en çok çeken konulardan birisi, günler geçtikçe toplumun yemek ve içkilere dair algısının nasıl değiştiğidir. 1885’ten önce bira denildiğinde insanların aklında belirebilecek yegâne şey İstanbul’da satılan ithal biralardı. Dönemin sosyolojik durumundan tahmin edilebileceği gibi bu biraları; özellikle yabancı tüccarlar, Avrupa ülkelerinin sefaretlerinde çalışan görevliler ve tabii ki bu biralara erişebilecek kadar parası olan diğerleri tüketiyordu.
1885’e geldiğimizde ise olanlar oluyor ve artık isimleri bizim için hiç yabancı olmayan Bomonti Kardeşler, İstanbul’un ilk bira fabrikasını kuruyordu. Bomonti Bira Fabrikası’nın ilk yerli birayı üretmesinin yanında, bir diğer önemi de bünyesinde barındırdığı bahçesiydi. 1930’lara gelindiğinde Bomonti Bira Fabrikaları demek, fabrikaların büyük ve güzel bahçelerinde yan yana gelen insanlar, küçük fıçılarda servis edilen soğutulmuş biralar ve güzel mezelerdi. İstanbul’da, İzmir’de ve Ankara’da açılan fabrikaların bahçeleri, halkı taze ve ucuz birayla buluşturuyordu. Fabrikaların bence en önemli yanı ise ucuzluğu öne çıkarmalarıydı hatta İstanbul fabrikasının gazetelere verdiği ilanda, “İstanbul’un en ucuz bahçesi” gibi cümleler sıklıkla geçmekteydi.
1940’larda fabrikalardan birinin bahçesinde oturmuş, Avrupai kıyafetleri içinde küçük fıçılardan bardaklarına doldurdukları soğuk biralarını yudumlayıp muhabbet eden insanları hayal edin. Onlara, yaklaşık 70 yıl sonra içtikleri o harika şeyi, evlerimizde, kovaların içinde üreteceğimizi söylesek şaşırırlar mıydı? Büyük ihtimalle şaşırır; “Niye yapasınız ki?” diye bile sorabilirlerdi. İşte o an, bütün sebepler tek tek sıralanabilir. Son zamanlarda ardı arkası kesilmeyen zamlardan tutun da evde üretilen birada istenen lezzet notalarını nasıl yakalayabileceğimize kadar bir torba laf söyleyebiliriz. Ya içtiği biranın etkisiyle çakırkeyif olmuş bir tanesi doğrulup da “Olsun. Siz yine de HEP BİRLİKTE için!” dese. Ardından da patlatsa kahkahayı; Ne diyeceğiz? Diyecek tek şey var: “Hay sen çok yaşa!”
Fıçılardan şişelere
Tombul şişeye de girmiş, fıçıya da kovaya da. Pikniklerde de içmişiz, fabrika bahçelerinde de barlarda da. Bira denildiğinde aklımızda neyin belirdiği sürekli değişmiş. 1940’lara baktığımda fıçılardan cümbür cemaat içilen biraların, yıllar geçtikçe şişelere girdiğini, 2000’lere gelindiğinde de iyice çeşitlendiğini, yeni şişe tasarımlarıyla farklılaştığını görüyorum. Çok tuhaf ama bira nedense kendimizi hatırlatıyor bana. Yıllar içindeki değişimi aslında bizim değişimimiz gibi. İnsanlar farklılıkları kabullendikçe, o da farklılaşmış, yenilik istedikçe çeşitlenmiş. Bu kadar uzun bir tarihsel aralığı düşündüğümde ise değişmeyen tek bir şey dikkatimi çekiyor. Ne olursa olsun, bira bizi hep yan yana getirmiş. Kalabalık masalarda bir araya gelip, bol gürültülü masalarda bira içmenin tadı ve anlamı hiç değişmemiş. Yani onu “HEP BİRLİKTE” içmişiz.