Mart Eylemleri boyunca sokağa çıkıp Anayasa ile güvence altına alınmış toplantı ve yürüyüş haklarını kullanan vatandaşların en çok maruz kaldığı bela biber gazı oldu.
Gezi’yi, Barış Süreci ve sonrasını, üniversite ihraçlarını, Metin Lokumcu eylemlerini, 4+4+4 garabetini, Sivas Katliamı Zaman Aşımı Kararı’nı, Göktürk2 çatışmalarını, Suriye’de Savaşa Hayır eylemlerini ve say say bitmez onlarca başka barışçıl protestonun polis şiddetiyle nasıl savaşa dönüştürüldüğünü görmüş bizim nesil için biber gazı, eski bir dost yahut sıkça karşılaştığımız bir tanıdık desem mübalağa etmiş olmam.
Sokak eylemliliklerinin bugünün aksine çok az insanın katıldığı fakat daha refleksif ve daha sık tekrarlı yaşandığı o günlerde biber gazı çok az istisnayı bir kenara bırakırsak hemen her eylemde soluduğumuz bir zehir, baş hizamızdan birer karışlık fişekler halinde geçip bizi her seferinde ölümle burun buruna getiren, bazen arkadaşlarımızı ciddi yaralayan bir tehditti.
Peki, nasıl oldu da insanı soluksuz bırakan, veremli gibi öksürten, gözleri tütün tozundan beter yakıp bize resmen işkence eden bu lanete bu kadar alıştık diye soracak olursak cevap elbette belli: AKP iktidarı ve onun polis teşkilatı.
Biber Gazı İktidarı: AKP
AKP iktidara geldiğinden beri polis teşkilatı düzenli olarak halka biber gazı sıkıyor. Biber gazı bittikçe de yeni alımlar için ihaleye çıkıyor. Bu biber gazı ihaleleri Kamu İhale Bülteni’nde ilan ediliyor. Bu bülten takip edilir de polis teşkilatının ne zaman yoğun alım yaptığı alt alta yazılacak olursa ortaya Türkiye yakın tarihinin kırılma noktaları çıkıyor.
Mesela 2023 seçimleri Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden biriydi. Polis teşkilatı da bunun farkında olacak ki hemen seçim öncesinde altı ayrı ihale ile tonlarca biber gazı almıştı. 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerini hatırlayalım. Deprem bölgesine insani yardım ve arama kurtarma imkanlarını götürmekten aciz kalan AKP iktidarı, halkın ağır eleştirilerine maruz kalıyordu. Emniyet de bu eleştirileri duymuş olmalı ki hemen vaziyet alıp depremden dört gün sonra biber gazı ihale ilanı yayımlıyordu. 2020’ye gidecek olursak bizi Türkiye’nin gördüğü en büyük döviz krizi bekliyor. İnsanlar pandemiden bunalmış, döviz krizi tüm halkı yoksullaştırmış, işten çıkarmalar, aşı bekleyen milyonlar derken memleket yangın yeriydi. Tam o sıralarda polisin derdi neydi dersiniz? Biber gazı ve plastik mermi alımı. Hem de 103 bin adet biber gazı fişeğinin yanında bir milyon adet plastik mermi alıyordu o sıra kimilerimizin çiçek verdiği polis teşkilatımız. Bir milyon fişek, yani stoktakileri saymazsak her 80 vatandaşa bir adet plastik mermi. İnsanlar ciğerlerini hedef alan bir hastalığın pandemisiyle uğraşırken polis de vatandaşın ciğerlerini hedef alacak biber gazlarının peşine düşmüştü.
İlk Görüşte Bom!
İyice geriye gidip çoğumuzun biber gazıyla tanıştığı o ilk büyülü ana dönelim. Gezi Parkı Direnişi. Gezi Direnişi sırasında polis teşkilatı ilk üç haftada 130 bin gaz fişeği kullanmıştı. Bu fişeklerin isabeti sonucu yüzlerce insan kafa travması geçirdi, kör oldu; yine yüzlerce insanın koluna bacağına gelen fişekler kemik kırıklarına, kalıcı hasara sebep oldu. Berkin Elvan’ı henüz 16 yaşındayken böyle bir fişeğin isabeti sonucu kaybettik. Gezi’den önceyse Metin Lokumcu’yu biber gazına bağlı gelişen bir kalp krizi sonucu yine eylem alanında kaybetmiştik. Bazılarının iddia edeceği gibi münferit bir vaka da değildi Metin Lokumcu’nunki. İbrahim Sevindik, Mustafa Dağ, Hatice İdin, Mehmet Uytun, Kazım Şeker, Yıldırım Ayhan, Hacı Zengin ve Çayan Birben. Bu isimlerin hepsini, ya biber gazının doğrudan tetiklediği solunum yetmezliği, astım ya da kalp krizi gibi nedenlerle ya da biber gazı fişeğinin hayati organlara isabet etmesi sonucu kaybettik.
Polis Polisliğini Yapıyor
Biber gazına bağlı yaralanma ve ölümlerin asıl sebebi elbette silahı tutan eller, yani polis teşkilatıydı. Fişeklerin üzerinde yazan talimatnamede “45 derece ile ateşleyiniz” yazmasına rağmen insanların üzerine nişan alarak ateş eden polislerin hemen hiçbir yargılanmadı, ceza almadı. Gezi’den sonra ise Emniyet teşkilatı muazzam bir ihaleye çıkıyordu: Bir milyon 514 bin adet farklı tiplerde biber gazı için ihale. Bu, Gezi’nin ilk 3 haftasında kullanılan gazın tam 12 katına tekabül ediyordu.
Peki, şu sıralar ne yapıyor polisimiz? Doğru tahmin ettiniz. Yine biber gazı alım ihalesi. Nisanın 16’sına kadar 160 bin adet biber gazı alınacak teşkilata. Miktarın büyüklüğünü kestirmek adına hatırlayalım: Gezi’nin ilk üç haftasında 130 bin adet biber gazı kullanılmıştı.
İhalelerden gördüğümüz kadarıyla polis eylemlerin bitmesini beklemiyor. Sokak hareketliliğinin her an yeniden başlayabileceğini öngörüyor. Sokak yeniden hareketlenirse de yine elini gazdan hiç çekmeyeceğinin mesajını veriyor. Vatandaşı böcek ilaçlar gibi ilaçlayacağını gizlemiyor polis teşkilatı. İhaleler sıklaşıyor, stoklar artırılıyor, vatandaş eğer sokağa çıkacaksa polisin ikramı her daim hazır bekletiliyor.
Düşmanıma Bile Sıkmam
Bu kadar biber gazı alımı yapılıyor, boşa değil kullanılacak ki alınıyor; biz vatandaşlar olarak da alıştık doğrusu biber gazı işkencesine ama bunun hukuki karşılığı hiç mi yok? Polis istediği gazı, istediği gibi vatandaşın üzerine boca edebilir mi? Bakalım:
Türkiye’nin bundan 100 sene önce taraf olduğu bir protokol var. 1925 Cenevre Protokolü. Bu protokol uluslararası silahlı çatışmalarda kimyasal gazların kullanımını yasaklıyor. Protokol hangi olayın üzerine tartışmaya açılıyor dersiniz? Fransa’nın 1914’te savaş esnasında biber gazı kullanması.
Bu protokole göre Türkiye Cumhuriyeti, düşman ülke askerlerine biber gazıyla saldırmayacağını beyan ediyor. Peki ya Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları? Onlara biber gazıyla saldırmak serbest mi? Görünen o ki serbest. Yani AKP’nin gözünde iktidarı protesto eden muhalif vatandaşlar, düşman askerinden bile tehlikeli, düşman askerinden beter, düşman askeri kadar dahi hakları yok.
AKP, iktidarına en ufak bir zarar gelmesin diye düşman askerine yapamayacağı muameleyi vatandaşa yapmakta bir sakınca görmüyor. Orduların birbirine kullanmadığı biber gazını, AKP vatandaşa yağdırıyor.
Biber Gazı Nobeli
Bir tek 100 yıllık Cenevre Protokolü ile de sınırlı kalmıyor Türkiye’nin kabul ettiği uluslararası anlaşmalar. 1997’de yürürlüğe giren “Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme” kısaca Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ne de taraf oldu Türkiye. Taraf ülkeler tıpkı Cenevre Protokolü’nde olduğu gibi tekrar biber gazı veya başka kimyasal silahları düşman ordulara karşı kullanmayacağını beyan ediyordu.
Sorun şu ki sözleşme düşman orduların birbirine kimyasal silah kullanmasının karşısında duruyor ama devletlerin vatandaşlarına karşı bu gazları kullanımına karışmıyor. Elbette beklenti, düşman askerine karşı kullanılamayan gazın vatandaşa karşı kullanılmaması olurdu. Fakat AKP gibi kendisine muhalifleri düşman askerinden tehlikeli gören yönetimler için uygulama böyle olmuyor.
Kaderin cilvesi, Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ni Kimyasal Silahları Yasaklama Örgütü (OPCW) yönetiyor. Bu örgütün başında 2010 – 2018 yılları arasında, yani Türkiye’nin bir gaz ve toz bulutu olduğu yıllarda kim bulunuyordu dersiniz? Bir Türk: Ahmet Üzümcü. Daha da trajikomik olansa bu örgüt Üzümcü’nün yönetimindeyken 2015 yılında Nobel Barış Ödülü aldı. Nobel Ödülü’nü alırken tam 25 dakika konuşan Ahmet Üzümcü, Türkiye’de kimyasal silahların halkın üzerinde kullanılmasına dair tek bir laf etmedi ama yine de Tayyip Erdoğan’ın gazabından kurtulamadı. Nobel Ödülü sonrası o dönem Başbakan olan Erdoğan kendisini telefonla bile arayıp tebrik etmedi. Türk basını, kurumu adına Nobel Ödülü alan Ahmet Üzümcü’nün haberini neredeyse görmedi bile. Belki de bu görmezden gelen tavrın sebebi, Üzümcü’nün başında olduğu örgütün o dönemde Suriye İç Savaşı’nda kimyasal silah kullanımını araştırıyor olmasıydı. Suriye İç Savaşı’ndan ötürü saklayacak çok sırrı olanlar Nobel Ödülü meselesini de hiç duymamış gibi davranmayı tercih ettiler.
Talep Ne Olmalı?
Şu bir gerçek ki AKP rejimi ayakta kalmakta zorlandığı ölçüde, polis şiddeti muhaliflerin gündelik hayatının asli unsurlarından biri olarak kalmaya devam edecek. Ta ki AKP’yi iktidarından edecek devrim gerçekleşene kadar…
Bu da demek oluyor ki AKP’den biber gazını protesto hakkını kullanan vatandaşa, yani iktidarını sallayan milyonlara karşı kullanmamasını istemek ‘boyun ile kılıcın’ pazarlığından öteye gitmeyecek. Yine de toplumsal taleplerin muhatabının sadece AKP olmadığını göz önüne alarak “Biber Gazı Yasaklansın!” talebini vatandaşın gündemine sokmanın önemli olduğu kanaatindeyim. Mart Eylemleri, toplumsal taleplerin AKP tarafından karşılanamayacağını göstermesi bakımından sürprizsiz, halkın taleplerinin ve cesaretinin ana muhalefet partisinin eylem ve stratejisinin oldukça ilerisinde bir yerde durması bakımındansa umut vericiydi. Bu bağlamda sokağa inmiş muhalefetin kendi gündemini, kendi eylemini ve stratejisini dayatmasının sonucunu, tutuklamaları takip eden ilk üç gün hala “sandık” diye sayıklayan CHP’li yöneticilerin istikamet değiştirip sokağı işaret etmesi olarak aldık. O yüzden hep beraber dile getireceğimiz bu talebin de bir karşılığı olması pekala olası.
Hep beraber, her yerde, herkesin duyabileceği biçimde seslenelim: BİBER GAZI KİMYASAL SİLAHTIR! YASAKLANSIN!
Ha bir de muhalefet sokağa her indiğinde nöbet geçirircesine ‘sandık’ diye sayıklayan siyasetçilerin anlayacağı dilden de konuşalım: BİBER GAZINI YASAKLAMAYACAK PARTİYE DE OY YOK! Ona göre.