Skip to main content

Hasan Kıyafet’le tanışmamız şöyle bir öyküyle olmuştu:

“Efendim!” dedi ikircikli, “Ben sınıfta kaldım… Üst üste iki kez. Iıı… Parasız yatılılık hakkımı da kaybetmiş oldum. Şimdi sınavlara girmek için geldim; ancak kalacak yerim yok. Şey diyecektim. Bir arkadaşın evi var ama orası da her gün gelip gitmek için oldukça uzak. Aklıma, okulda, yatakhanede kalmak geldi. Bu mümkün müdür acaba diye soracaktım. Yemekhaneyi kullanmam. Sadece yatacak bir yer… Bir yerim olsun. İş günlerinde burada kalabilir miyim acaba?”

Birgen’i sonuna kadar dinleyen yeşil gözlerin içi biraz daha güldü. “Elbette kalabilirsin, burası senin okulun, yatakhaneyi de kullan, yemekhaneyi de.” dedi. “Öğrenci sıcak yemek yemesin olacak şey mi bu? Tabii ki yemeğini de yiyeceksin.”

Sonra bir kâğıdın üstüne bir şeyler yazdı ve Birgen’e verdi. “Al bunu baş muavine götür, seni bir yere yerleştirsin.”[1]

[1] NUSRET, Aysel, “Bizim Kızlar”, Epub, Google Play Kitaplar, 2020

Bu öyküdeki naçar kalmış Birgen ve o yeşil gözlerin karşılaşması gibiydi bizimki de. Hasan Öğretmen’imin gözleri yeşil değil maviydi ama o kadar fark da oluversin, tamamen bu kısa alıntıdaki gibiydi sonuçta tanışmamız. Bana o gün insanlık dersi vermiş ve aslında, ileride öğretmen olacağımı bilmediği halde, “Bak olacaksan böyle bir öğretmen, böyle bir müdür ol.” demişti. Bu hayat dersini hiç unutmadım.

Sonraları Komünist İmam’ını okudum Hasan Kıyafet’in ve daha da sonrasında diğer kitaplarını. Son okuduğumsa Asur Mührü. Kitap, Şubat 2013’te Ceylan Yayınları tarafından basılmış. Kitabın KESK-Deniz Gezmiş Edebiyat Ödülü var ve üzerinde konuşulmaya değer bir kitap. Hasan Öğretmen’imden Asur Mührü ile ilgili bir söyleşi yapma ricasında bulundum, sağ olsun beni kırmadı. “Öğrenci sıcak yemek yemesin olacak şey mi bu?” der gibiydi yine. “Bir yazar bir yazardan söyleşi istesin, o da olmaz desin, olacak şey mi bu?” da der gibi…

Kitaplar yayınlandıklarında üstüne yazılır çizilir, sonra bir daha hiç ilgilenilmez. Biz öyle yapmayacağız bu köşede. Röportajlarımızı kitapların yayın tarihine bakmadan yapacağız, kitaplarla ilgili yazılarımızı popüler oldukları sıralarda yazmayacağız; artık herkes sustuğunda biz konuşacağız. Dilerim memnun kalırsınız.

Asur Mührü’nü yazma amacınız neydi?

Aysel en zor soruyu en başa alarak gözümü korkuttun doğrusu. Bu romanı yazmaktaki amacımı anlatmak, inan ki bu romanı yeniden yazmaktan daha zor olsa gerek. İşin kolayına kaçarak, diğerlerinden farklı değildi desem biliyorum kabul etmezsin. O zaman biraz genelleme yapmak zorundayım.

Bilirsin ben dünyaya tercihini emekten yana yapmışların gözlüğü ile bakanlardanım. Bu da siyasetsiz kuş uçmaz kervan geçmez demektir. Klasik bilgimiz olan sanatta öz ve biçim konusunu gündeme getirmek bile gereksiz. İkisi etle tırnak gibidir kuşkusuz. George Thmson’un deyişiyle: “Sanat içimizi bilim dışımızı süsler.” Yalnız Lenin Ustanın: “…Özsüz bir biçim fütürist bir korkuluktan başka bir şey değildir.” güzel sözünü de hiç unutmam. Böylece özü biçimden bir adım daha öne alarak, postmodern anlayışa değil, toplumcu gerçekçi görüşe elbette daha yakınım.

Freud, insanın iç karanlıklarına ışık tutarak kapitalizme karşı çıkmıştır. Edison, elektriği bularak, doğruya giden yolu kolay bulmamızı amaçlamıştır; çünkü her türlü karanlık sömürünün en verimli besin kaynağıdır. Eğer sanat ve edebiyatın amacı yaşamı güzelleştirmekse, bunun için ışığa aydınlığa ihtiyacı vardır. Somut gerçeği başka nasıl algılayabilir ya da anlatabiliriz ki?

Gelelim Asur Mührü’ne! Sanatta özü ihmal etmemek, baştan tezli yazmayı öne çıkarır; yani burjuvazinin gönlünü hoş etmek için değil, evrensel eşitlik yapısına bir kerpiç daha koymayı. Örneğin 50 yıl önce yazdığım Komünist İmam romanında, komünistliğin basitçe kooperatifçilik olduğunun altını çizmiştim. Daha sonrakilerden “Umut Direniyor’da” ise kapitalist sistemde emekçinin işine göz dikildiği görüşünü ortaya atmıştım. Yani işsiz işçi diye adeta yeni bir sınıf türetilmek isteniyordu… Not: Bu romana, DİSK – Abdullah Baştürk Roman Ödülü verilmişti.

Asur Mührü demek bir bakıma Kalehöyük demektir. O zaman da zorunlu arkeolojik bilgiye ihtiyaç doğuyor. Höyük ne demek? Bu yerleşim alanlarının geçmişi, Neolitik, yani tarih öncesi zamanlara kadar iniyor. İnsanlar avcılık ve daldan meyve toplayıcılığından, ekili tarıma geçince iş değişmiş; çünkü tarlalar dağda değil düzdeydi. Düzdeyse güvenlik sorunu vardı. Böylece barınakların evlerin yerinin biraz yükseltilmesi zorunluydu. İşte bu yükseltilere de Höyük denildi. Halen Anadolu’da böyle binlerce Höyük vardır. Sözü toparlarsak:

Bu romanda bilim adamlarına, dahilere, büyük buluşçulara biraz sitem etmek istedim. O tapılası olağanüstü aklınızla, yeteneğinizle, yedi kat yerin altındaki minnacık bir taş, demir parçasını buluyorsunuz. Uzayın bilmem ta neresindeki sönmüş bir yıldızın ışığını görüyorsunuz. Gel gör ki yanı başınızdaki çalışan işçilerin emekçilerin sefaletini hiç görmüyorsunuz. Örneğin Kalehöyük’te üç dört ay sürecek geçici bir kazı işine girmek için, Çağırkan köyü’ndeki işsizlerin nasıl kanlı bıçaklı olduklarından ünlü arkeolog Bay Omara’nın haberi bile yok. NASA uzay üssündeki yangında kavrulan emekçiler, Wernher Von Braun’un umurunda olmuyor. Eğer yazdığımız kitaplar, parçaladığımız atomlar, yaptığımız buluşlar, ezilenlerin yarasına merhem olmuyor ve yaşamlarını güzelleştirmiyorsa bu işte bir terslik var demektir. En azından kendinizi gözden geçirmelisiniz, demek istedim…

Türkiye’de Kalehöyük’ten kimsenin haberi yok. Ben de sizin kitaptan öğrendim. Ülkemizde olup bitenlerle yeterince ilgilenmiyor muyuz, yoksa özelikle mi bu durum yaratılıyor?

Sevgili Aysel, ülkede duymak isteyip de duyamadığımız, görmek isteyip de göremediğimiz o kadar çok şey var ki! Vahşi Kapitalizm bu anlamda çok sabıkalıdır. Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yer bile yıllar sonra bulunabildi, değil mi? Gözaltı kayıplarının halen haddi hesabı yok. Sistem bilgiden, açıklıktan aydınlıktan müthiş korkar bilirsin…

Kalehöyük kazıları Japonlar tarafından 1835 de başlatılmış. Kazı yakınına içinde bir müzeyle, bir de Japon Bahçesi yapılmış. Bu anlamda işlem bitti mi, yoksa başka kazılar var mı?

Japon Prensi Takahito Mikasa’nın önce ciddi bir arkeolog, bilim adamı olduğunu anımsamalıyız. Sonra uygarlıkların ana rahmi olan Mezopotamya’yı ve onun devamı Anadolu’yu iyi bildiğini de bilmeliyiz. Böylece Kaman – Çağırkan köyündeki Kalehöyük kazısına da kazmayı onun bizzat vurması boşuna değildir. Bir kere Asurların ticari kolonilerini Anadolu’nun neresine kadar götürdüklerini merak ediyorlar. İkincisi Anadolu’nun yerli halklarından Etileri, Frigleri de bir o kadar öğrenmek istiyorlar.

İkincisi Japon Bahçesi olayı. Olayı diyorum çünkü Japon Bahçesi dünyaca ünlü bir fenomendir. Japonya için kutsal Fuji Dağı neyse, Japon Bahçesi de odur ve Japonya dışında dünyada ikinci büyük Japon Bahçesi Türkiye’de Kalehöyük’tedir. Övünmek gibi olmasın benim doğduğum Çağırkan köyünde! Görmeyenler ciddi bir kayıptadır.

Bahçenin bitişiğindeki Müze ise, Anadolu uygarlığı ile Japon teknolojisinin bir sentezidir. Girişteki ışıklı Japon kızı figürünü gerçek sanıp merhaba diyenler çok olmuştur. Ayrıca Avrupa’da ve Amerika’da ciddi kurumlardan evrensel boyutlu ödüller almıştır. Bırak hiçbir güzelliği tanımasına fırsat verilmeyen düz halkımızı, çoğu aydınlarımız bile burayı tanımazlar. Gezi ve görme olayı bir kültür işidir. Her ilimizde gerçekten dünyaca ünlü müzeler vardır. Kaç aydınımız, kaç milletvekilimiz bu müzeleri gezmiştir sizce?

Ömür biter yol bitmez hesabı kazı bitmez. Kazı bilgi ve öğrenme demektir. Kalehöyük’ten sonra, şimdi Prof. olan Sachihiro Omura’nın Karakeçili – Kızılırmak Büyükkale’de yeni bir kazıya başladığını duydum. İnanıyorum ki orayla da yetinmez.

Dr. Omura’nın bir kurgu karakter olmadığını sonunda anlayarak şaşırdım. Omura ile bir arkadaşlığınız oldu mu?

Kendisini şahsen tanıdım; fakat arkadaşlığım olmadı. Türkçeyi köylülerle konuşurken “N”aber emmi oğlu!” diyecek kadar işlek öğrendiğini, romanın baş karakteri Mühendis Pervul söylemişti.

Mercen’in Mustafa, Veli Öğretmen, Bayrakçı Ömer, Kürdün Halil, Pervul, Boran, Sezike, Cinci Bekir, Süleyman Çavuş, Çırak Hacı, Molla Nuri, Muhtar Yusuf, Bekçibaşı Şeref, Güllü Bacı, hepsi de hayatın içinden insanlar. Bu kişileri kurgularken yaşamın kendi örneklerinden yararlanıyor musunuz?

Sevgili kızım Aysel, işte burada beni yakaladınız. Ya da sizin sanatçı yanınız bunu başardı; çünkü sözünü ettiğiniz karakterlerin tümü gerçek. Kime sorsanız elinizden tutup sizi onların evlerine götürebilir. Gerçekte bu romanı yazarken benim en büyük şansım bu oldu. Köy doğduğum köydü. Girdisini çıktısını biliyordum. Kırlarında koyun kuzu güttüğüm, Baran Dağı’nda yolumu kaybedip aç susuz kaldığım coğrafya. Hele de başında arpa biçtiğim Kalehöyük…

Köyü etiyle kemiğiyle böylesine yakından tanımak, belki de en büyük şanssızlığımdı; çünkü bu durum yazarın kurgu, yaratıcılık yanını bir bakıma köreltiyor. Hep omuzunuzda size şurası yanlış diyen tanıklar hissediyorsunuz…  Örneğin roman yazıldıktan sonra kimi tanıdıklar, neden kendilerinin daha kahraman gösterilmediğinden yakınmışlardı.  Bu konuda en iyi sınavı baş kahramanım mühendis Pervul verdi. Babasının katili bir cahili, gerçek acil bir sağlık sorununda kendi arabasıyla hastaneye kavuşturmuştur…  Kendisiyle halen ağabey kardeş ilişkisi içinde görüşürüz…

Asur Mührü kitabınızla “Deniz Gezmiş Edebiyat Ödülünü” almışsınız. Biraz bundan söz eder misiniz?

Bu ödülün adını, KESK-Deniz Gezmiş Edebiyat Ödülü diyerek düzeltmek gerekir. Antalya Belediye İş’in önerisiyle ödülü sağ olsun emekçiler o yıl bana verdiler. DİSK ve KESK bilindiği gibi yurdumuzda iki ciddi emekçi sınıf örgütüdür. Onlardan aldığım bir aferin benim için Nobel’den de üstündür. Şöyle söyleyeyim, herkesin Nobel’i kendi değer kalesine denktir…

Gürpdüşen armutu beni gülümsetti. Bu yöresel ifadeler daha çok vardır kuşkusuz. Toppuktipisi de onlardan biri olmalı. Böylesi ifadeler insanı şaşırtıyor. Halkın söz ustalığı karşısında şapka çıkartma ihtiyacı içine düşürüyor. Gürpdüşen ve topuktipisini biraz anlatabilir misiniz?

İşte bunu anlatamam Aysel. Nazım’ın Abidin Dino’ya “…Sen mutluluğun resmini çizebilir misin?” dediği gibi. Kimi adları, olayları, sözcüklere sığdırmak olanaksızdır. Örneğin su kokusu diye bir koku duydunuz mu? Evet, bildiğimiz suyun kokusu vardır. Yaylada yüksekten bir taşın üstüne düşüp, sonra yeşil yapraklarla toz toz savrulan suyun kokusu. Hiçbir sözlükte böyle bir koku adı bulamayız ama bu koku vardır ve yerinde algılanır.

Gürpdüşen armutun ağacı yüksek, meyvesi iri olur. Güzün ağacın dibinde yatanın yanı başına düştü mü görkemli düşer, ses getirir. Belki de adını bu görkemden almıştır. Topuktipisi de buna benzer. İç Anadolu’da karakışın ayazı yaman olur. Hele de yerde ayağınızı aşmayan ince bir kar tabakasıyla bir de rüzgar başlamışsa. Ayağınızın bacağınızın arasında dört dönen tipinin adı Topuktipisidir artık. Devedişi üzüm, Sakaloynatmaz kavun, Sinekkaydı tıraş, daha da say sayabildiğin kadar…

Kitabın puntosuna itirazım var. Yayınevinize sonraki baskıda bir punto daha büyük yazı kullanmalarını öneriyorum. Siz ne dersiniz?

Aysel’im, kitabın redaksiyonu ve biçimi üstüne eleştirilerinizde yerden göğe haklısınız. Selam sevgiyle!…

26-8-2020-Yalova