Skip to main content

Kadına yönelik şiddet ve cinayet vakalarının hız kesmeden devam ettiği bu günlerde, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalar da sürüyor. Kadınların, “elimizdeki temel savunma araçlarından birisi” diye nitelendirdiği sözleşmeyi Avukat Ebru Akkal ile konuştuk.

Tayyip Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmaktan bahsettiğinden bu yana 36  kadın öldürüldü. Elimizde var olan; bir yanda tamamı uygulanmayan bir sözleşme, diğer yanda üstünkörü uygulanan haline bile tahammül edemeyen bir iktidar.

Aslında yapısına baktığımızda, iç hukuk hükmünde, uluslararası bir sözleşmedir bu. Türkiye taraf olduğu için yasal olarak, hatta hukuk hiyerarşisinde kanunun üstünde bir yerde duruyor. Hükümlerin tamamının uygulanmaması diye bir şey olmaması gerekir çünkü yasa bu ve uygulanmak zorunda. Olan durum şu ki; uygulayıcılar yani hakimler, mülki idare amirleri ve savcılar sözleşmedeki o hükümleri, tedbirleri uygularken geri duruyorlar. Bazılarının gereksiz olduğunu düşünüyorlar. Orada da toplumsal kodlar giriyor devreye. Bir de işin lojistik arka planı var tabii. Oradaki tedbirlerin birçoğunun uygulanması için kadın sığınma evlerinin açılması, yerleştirme, gizlilik kararları, kimlik değiştirme ve mali hükümler var. Mesela maddi yardımlara ilişkin hükümleri devletin önceden planlaması gerekiyor. Nispeten yapılmış bir planlama var ama yeterli mi? Kesinlikle değil. Yetersiz olduğunu da bu pandemi dönemindeki üç dört aylık süreçte çok net gördük.

Ne değişti pandemi döneminde? Nasıl yetersizlikler ortaya çıktı?

Bu dönemde sığınma evlerindeki sağlık durumunu korumak için sığınma tedbiri alınması gerektiğinde otellere yerleştirme yapıldı ama ele avuca gelir bir pratik uygulandığını görmedik. Devletin Birleşmiş Milletler’e ara ara verdiği raporlar var; bu sözleşmeyi uygulayıp uygulamadığına dair, bu süreçte kadına yönelik şiddete dair nasıl önlemler aldığına ilişkin. Ulusal medyaya açıkladıkları değil; onlara verdiği raporlara baktığımız zaman, şiddetin pandemi döneminde arttığı orada bile görünüyor.

Sözleşmenin “kur, işlet, koordine et” dediği kurumlar var mesela. Devlet bunların bazılarını kuruyor ama paralelde şiddet sürekli tırmanıyor. Pandemi sürecinde artış olmasının yanı sıra pandemiden önce de şiddet istatistikleri düşmüyordu. Kurumların bu durumdaki payı nedir? Atıl veya eksik mi kalıyor bu mekanizma?

Bu STK’ların, sivil bürokrasinin, devlet kurumlarının yani kısaca hepsinin bir arada ortak yürütmesi gereken bir süreç. Bu sözleşme ile ortaya konulmaya çalışılan sistem ve amaç, bütün bu bileşenlerin bir araya gelmesi ile başarılabilir. STK’ları veya belediyeleri geri planda tuttuğunuzda başarmanız çok zor çünkü bu kurumların devletle birlikte çalışmalarının denetleyici bir mekanizması ve itekleyici bir görevi var. Zaten devletin bu işi tek başına yapmaması gerekir. Aksine bu alanda çalışan kurum ve kuruluşlara yol açması lazım. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın internet sitesine baktığınızda onlar da bunu kabul ediyorlar. Belediyelerin mevcut sığınma evleri bulunuyor ve STK’lar da mali güçleri yeterliyse sığınma evleri sağlayabiliyorlar. Bunu bakanlıkla koordineli yürütüyorlar ancak bu sistemin geliştirilmesi gerekli. Görünen sayı başlanılan duruma kıyasla daha iyi ama aradan uzunca bir zaman geçti ve aslında geçen bu zaman zarfında daha iyi bir yerde olmalıydı. Artan şiddet vakalarını da göz ettiğimiz zaman, bu eksiklik tedbirlerin niteliği açısından uygulamada sorun yaratıyor.

Devlet bu süreçte STK’lar ve kadın mücadele örgütleriyle yeterli iletişimi kurabiliyor mu sizce?

Yeterli diyemeyiz. Zaten genele baktığımızda sadece kadın örgütleri değil, birçok STK devlet nezdinde iyi değil. Devletin olumsuz bir bakışı ve duvarları var. Kendi siyasetini yürütebilecek STK’ların ciddi anlamda iş yapabildiğini görebiliyoruz ama gerçekten bu işe emek veren, çalışan, destek sunan kurumlar hem finans anlamında ciddi sıkıntı çekiyorlar hem de yaptıkları her işte ve çalışmada bir şekilde cezai tehdit altında kalıyorlar.

Yani devletin irtibatı sokaktaki kadın dayanışma meclisleri ve örgütleriyle oldukça sınırlı.

Sınırlı değil, yok denilecek düzeyde. Bu anlamda iktidar taraflı davranıyor.

AKP’li kadınlar da bir açıklama yaptılar konuyla ilgili.

Bana kalırsa önemli bir açıklama çünkü AKP’li kadın vekiller, erkekleşmiş bir siyasi tavır sunuyorlar. Kadın meselelerine ilişkin konularda da bu şekilde davranıyorlar. Hepsi katılmamış açıklamaya ama bu yine de önemlidir.

Daha önce de bazı ülkeler anlaşmadan çekilmeyi gündemlerine aldı. Genelde hepsi aile kurumunu bozuyor, LGBTİ mücadelesinin önünü açıyor gibi argümanlar öne sürdüler. Bu argümanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sözleşmenin aile kurumunu bozmak gibi bir işlevi yok, olamaz. Metni okuduğunuzda, 6284 sayılı iç hukuk maddesinde bu yönde bir işlevi yok, ilişkilendirilemez de. Ben bunu daha ziyade güncel siyasete oynamaya yönelik bir yorum olarak görüyorum. Aile kurumunu bozmak; kocası ona psikolojik veya ekonomik şiddet uyguladığında kadının buna karşı çıkması ve kocasını evden uzaklaştırabilmesi midir?

Hala çok iyi anlaşılmış bir kavram değil psikolojik şiddet.

Evet, oldukça yeni bir kavram. Hala birçok kişi tarafından da tam anlamıyla anlaşılmış değil. Yeni yeni tartışıyoruz ve bu, toplumsal olarak kadının konumlandırılmak istendiği yer açısından, eril zihniyet için rahatsızlık yaratıyor. Erdoğan’ın her zaman, çoklu baro meselesinde de yaptığı gibi başka ülkelerden örnekler vererek açıklamalar yapması mesela; alakası yoktu bize sunulan çoklu baro ile verdiği örneklerin. Kaldı ki Macaristan’ın, Bulgaristan’ın da sicilleri konuyla alakalı parlak değil ki. Kötü emsal, misal olmaz. Dolayısıyla aile kurumu düzleminde değişmesi gereken şeyler varsa bu değişimler de ancak bu sözleşme ile olacaksa sözleşme muhafaza edilmeli çünkü bizim aile kurumundan anladığımız; kadının sürekli ezildiği, ev işleriyle uğraştığı, ekonomik, psikolojik, cinsel, fiziksel şiddete maruz kalıp sesini çıkarmadığı bir kurum. Günde on kere farklı mecralardan böyle şeyler duyuyoruz; diyanet örneğin. Yani devletin kurumundan, kocanıza yemekte kibarca sorun bana niye kötü davrandın diye gibi bir söylem duyuyoruz. Diyanetin kadınlara kötü davranma dediği adamlar karılarını dövüyorlar.

Sözleşmenin LGBTİ ile alakalı bölümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sözleşme tüm toplumsal cinsiyet kodlarına karşı düzenlemeler içeriyor. Dolayısıyla LGBTİ’yi konudan ayırmıyor. Önemi biraz da burada hatta. Bizim bugünkü halimize kıyasla sözleşmeyi oldukça ilerici bir metin kılan da bu. Diğer tüm toplumsal cinsiyet kodları ile ilgili olduğu gibi LGBTİ konusunda da devletin yükümlülükleri, yapması ve yapmaması gerekenlerin sınırlarını çizmiş. Bildiğimiz üzere sık sık gündeme geliyor hem LGBTİ, hem İstanbul Sözleşmesi ve kadına şiddet. İktidar tarafından LGBTİ konusu biraz kendi toplumsal tabanlarını daha kolay ikna edebilecekleri bir alan olarak görülüyor. Örneğin AKP’li kadın vekiller de sözleşmeyi savunurken açıklamalarında LGBTİ’ye asla değinmemişti.

Sözleşmenin bir de eğitim bölümü var. Müfredata toplumsal cinsiyet ile alakalı dersler eklenmesi, karşılıklı saygı, şiddetsizlik gibi konular mesela.

Bir dönem MEB’e bağlı okullarda gündeme geldi toplumsal cinsiyet dersleri ama ders kitaplarına baktığımızda, ayrımcılığı ve toplumsal cinsiyet rollerinin en katı biçimlerini kabullenen bir tarz izleniyor. Bu daha tehlikeli çünkü doğrudan verdiğiniz bir bilgidense, bir matematik kitabına gizlenmiş bilgi çocuğun zihnine işlendiğinde bunu değiştirmesi çok daha zor. Bunun yanı sıra lise sonrası dönemde, üniversitelerde verilen dersler var. Ankara Barosu stajyerlere birkaç yıldır toplumsal cinsiyet dersleri veriyor ama ders kitapları gözden geçirilmiyor bile.

Suç işlemiş kişiler için de, suçun sürekli olmaması için önleyici tedbir kapsamında bir eğitim programından bahsediyor sözleşme. Cinsel suç işleyenlere ve kadına yönelik şiddet uygulayıp ceza almış olanlara yönelik bir eğitim var mı?

Bir ceza söz konusuysa, mahkemenin suçluya verdiği ceza ile birlikte, bir de güvenlik tedbirlerine hükmetme hakkı var. Mahkeme isterse bu eğitimi de ceza gibi bir yükümlülük olarak öngörebilir fakat ben, mağdur vekili olarak girdiğim cinsel saldırı davalarında böyle bir uygulamaya hiç rastlamadım. Aksine, mahkemelerde beraat eden sanığa “geçmiş olsun, hayırlı olsun” deyip sırtını sıvazlayan hakimlerle karşılaşıyoruz. Dosyalarda gördüğümüz, daha çok şekli bir yargılama, önleyici, suçun tekrarını engellemeye yönelik bir tavır söz konusu değil.

Sözleşmede bir de ikincil mağduriyet diye bir kavram var.

İkincil mağduriyette kişi şiddete uğradığında, elbette bir travma yaratıyor. Şiddet mağduru olduktan sonra da ilk başvurduğu yer genellikle kolluk kuvveti ya da savcılık oluyor. O yüzden ilk önce başvurduğu birimde olayı anlatması isteniyor. Orada olayı anlatıyor, sonra başka yere sevk ediliyor, orada bir daha anlatıyor, sonra adliyeye sevk ediliyor, tekrar anlatıyor. Bu kadın defalarca tekrar tekrar anlatıyor. Bu süreç travmayı bu şekilde tekrarlamış oluyor. Bir de şiddet vakasından sonraki süreçte, kadının destek görmesi gereken birimlerden gerekli desteği görmemesi, failin cezasız bırakılması, yargılamanın adil bir şekilde yürütülmemesi gibi konular var. Yargılama sürecinde kadının mağduriyetinin önlenmesine yönelik hiçbir tedbirin alınmaması; sanığın tutuklanmaması, sanığın mağdura yaklaşmasına önleyici bir tedbirin alınmaması, delillerin zamanında toplanmaması gibi durumlardan oluşuyor. Duruşmada, yargılama devam ederken şiddet mağduruna yönelik ayrımcı ifadeler kullanılması da bunlardan biri. Bu saydıklarımın hepsi, ikincil mağduriyetin içine giriyor. Yani devlet vakayı önleyemediği gibi, bu vaka yaşandıktan sonraki süreçte de kadının mağduriyetini giderecek hiçbir şey yapmıyor.

Sığınma evlerinde durum nasıl? Sayısal olarak bu merkezler yeterli mi, içerideki işleyiş kadınların kendilerini güvende ve hukuki olarak mücadeleye hazır hissetmelerini sağlıyor mu?

Sayısal olarak çok yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Büyük şehirlerde nüfus açısından baktığımızda yeterli olmadığı ortaya çıkıyor. Bence birçok kadın da buralara rahat bir şekilde ulaşabileceği konusunda güven duymuyor. O yüzden birçok mağdur kadının başvuru anlamında geri durduklarını düşünüyorum. Dışarıdan bakanlar için içerideki durum nasıl, o çok bilinmiyor. İçeride durum şöyle: Mağdur en fazla altı ay kalabiliyor. Sonra kira yardımında bulunuluyor, çocuk varsa sigorta masrafları karşılanıyor ama bunların çok nadiren o hengamede kadının hayatını tekrar düzene koyabilecek zaman dilimine yayılmış bir şekilde uygulandığını görebiliyoruz. Genelde altıncı ayın sonuna dahi gelmeden ayrılması gerektiği söyleniyor ve kira yardımı gibi konularda da bonkör davranılmıyor mağdur kadınlara. Bir örnek vereyim; tecavüz mağduru bir kadın hamile kalmıştı. Savcının işi ağırdan alması nedeniyle yasal olarak kürtaj yapılacak zaman da geçmişti. Yani savcı eliyle ikincil mağduriyet oluşturuldu. Aile de reddetti kadını. Sığınma evinde kaldı ama altıncı ayın sonunda gidecek hiçbir yeri yok. Çalışamazdı da çünkü zeka geriliği var kadının. Çocuk doğmak üzereydi, ona rağmen çıkarttılar kadını. Bu şekilde gelişen ikincil mağduriyetler ve cezasızlık, kadınların sığınma evleri konusunda geri durmalarına sebep oluyor.

Sözleşme, ceza ve cezasızlık konusunda epey katı aslında. Ağırlaştırıcı hükümler çok net, cinsel suçlarda kamu davası meselesi açıkça ve çok detaylı yazılmış; ifadeye bağlı olmama koşulu veya mağdurun şikayetine bağlı olmama.

Onun sebebi sözleşmenin açık kapı bırakmak istememesi. Mesela 46. madde; ağırlaştırıcı sebeplerde şiddetin aşırı düzeyde uygulanmış olması. Bu ceza hukukunda da var ama hüküm bu kadar detaylı değil. Sözleşmede ağırlaştırıcı sebepler spesifik verilmiş. Mahkemenin bunu uygulaması gerekiyor ve uygulayacak yetkisi var ancak İstanbul Sözleşmesi hükümlerini uygulama konusunda çok çekingen davranıyorlar. Yargı bağımsızlığı ile alakalı biraz da çünkü sürekli hükümet kanadından ve iktidardan sözleşme ile alakalı eleştiriler geldiği için mahkemeler, bağımsız ve olması gerektiği gibi yargılama zaten yürütemiyorlar. Ben duruşmalarda İstanbul Sözleşmesi’nden bahsettiğim zaman hakim bana “Burası şov yeri değil, bana şov yapmayın avukat hanım” diyebiliyor veya “Müsamere yapmıyoruz avukat hanım”. Böyle şeyler duyuyoruz sürekli. Şov dedikleri, cezasızlığın önüne geçmek aslında. Soruşturma aşamasında özellikle adli merciler oldukça geri duruyorlar, işlerini hakkıyla yapmıyorlar. Meseleleri çoğu zaman kendi toplumsal kodlarıyla değerlendirdiklerini görüyoruz. Yani dediğim gibi mesela bir cinsel saldırı dosyasında eğer saldırgan sevgiliyse o adamın o kadına tecavüz etmesini suç olarak görmüyor mahkeme. Burada başa döneceğim. En başta uygulayıcıların bu anlamdaki bakış açılarını değiştirmeleri gerekiyor çünkü bu işin toplumsal olarak bu denli yayılmasının sebebi, dönüp dolaşıp cezasızlığa bağlanıyor. İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalar başladığında, otomatik olarak şiddet olaylarında artış da başlıyor. Aslında failler şunu biliyor: “Ben bu ülkede bir kadına şiddet uyguladığımda zaten ceza almayacağım veya alsam da üç yıl beş yıl yatıp çıkacağım”. Bu durumun hesabını yaparak hareket ediyorlar.

İmzacı ülkelerden bazıları sözleşmeden çıkmalarıyla ilgili sözleşmenin mültecilere sağladığı haklardan bahsediyor. Sözleşmenin mülteci politikasını bozacak, delik açacak bir potansiyeli olması Macaristan’ın çıkma gerekçesi mesela. Biz de bir mülteci ülkesiyiz aslında. İstanbul Sözleşmesi’nin mültecilere sağladığı bir fayda var mı Türkiye’de?

Mutlaka var çünkü sözleşme mültecilerle olan durumu ayrıca hüküm altına almış. Orada oldukça hak ayrımına uğrayan, mağduriyeti olan bir kesim söz konusu. Hem yurdundan edilmiş, ayrılmak durumunda bırakılmış hem de geldiği yerde şiddete uğrama ihtimali çok daha yüksek. Dolayısıyla ekstra koruma sağlanması ve daha özenli davranılması gerekiyor.

Türkiye bu sözleşmeye imzacı olmaya, hatta ilk imzacı olmaya nasıl ikna edebildi peki? Bunu imzalayan da aynı iktidardı. O zaman kadın örgütlerinin iktidar üzerinde daha talepkâr olabileceği bir atmosfer mi vardı?

O dönem çok emek verildi. Türkiye’deki kadın örgütleri bu anlamda çok ciddi bir baskı uyguladı. Adı İstanbul Sözleşmesi, İstanbul’da imzalandı. Burada yapıldı ve Türkiye bu durumdan gurur duyuyordu. İktidar bunu bir övünç nedeni olarak açıklamaktan hiç geri durmuyordu. Tabii ki siyasi konjonktür ile de alakalı aynı zamanda çünkü sözleşme imzalandıktan sonraki süreçte Türkiye’deki devinim çok farklılaştı. 2016 sonrasında ise bambaşka bir yere gitti. 2016’ya kadar sözleşme ile alakalı çok ciddi tartışmalar olmuyordu. Baskıcı yönetim biçimi ağırlaşmaya ve bunun kolaylığını fark etmeye başladığında sözleşmeyi de gündeme getirmeye başladı. O dönem kadın örgütlerinin uluslararası düzeyde çok ciddi çalışmaları oldu ve iktidarın yapısı, siyasi konjonktür buna izin ve yol veriyordu açıkçası. Bugün böyle bir atmosfer yok ama yine de, ne olursa olsun, İstanbul Sözleşmesi kaybedilecek bir durum değil. İstanbul Sözleşmesi iç hukukta artık var ve kadınların bu işin peşini bırakacağını ben düşünmüyorum. Sözleşmeden çekilmek gibi bir durum söz konusu olamaz, kadınlar buna izin vermeyecektir. İktidarın o baskıcı, kadını dışlayıcı bakış açısını güçlendirmeye çalışması, bu meseleleri gündeme getirmesini zorunlu kılıyor. Dünyanın hiçbir yerinde kadının güçlenmesi ve toplumsal olarak olması gereken yerde olması, baskıcı iktidarların işine gelmemiştir. Meselenin özeti budur.