Kara Kazma, Karanlık Yüzyıl: Türkiye’de Maden İşçisinin Hikayesi
Türkiye’de maden işçiliği, yalnızca yerin altına değil, sistemin en derin çukuruna gömülmüş bir emek biçimidir. Her kazma darbesi, biraz daha yoksulluk, biraz daha sömürü ve biraz daha unutulma anlamına gelir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne, maden işçisinin hikayesi sadece alın teriyle değil, canıyla yazılmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında “sanayileşme” adına kurulan maden ocakları, zamanla kamu-özel iş birlikleri ve taşeronluk sistemleriyle şekillendi. 1980 darbesi sonrası özelleştirmelerle beraber iş güvenliği bir maliyet kalemine indirildi. Denetimden çekilen devlet, kârın ortağı; işçinin mezarının seyircisi oldu. Neoliberal dönem, sadece özelleştirmeyi değil; güvencesizliği, sendikasızlaştırmayı ve cezasızlığı da kalıcılaştırdı. “İşçi sağlığı” yerini “üretim baskısı”na bıraktı.
Sonuç mu? Resmi kayıtlara geçmiş onlarca katliam:
Türkiye’nin Son 100 Yılında Bazı Büyük Maden Kazaları
- 1941 – Çeltek (Amasya): 41 işçi
- 1942 – Kozlu (Zonguldak): 63 işçi
- 1955 – Kozlu (Zonguldak): 112 işçi
- 1965 – Çeltek (Amasya): 69 işçi
- 1983 – Armutçuk (Zonguldak): 103 işçi
- 1990 – Yeniçeltek (Amasya): 68 işçi
- 1992 – Kozlu (Zonguldak): 263 işçi
- 1995 – Sorgun (Yozgat): 37 işçi
- 2003 – Aşkale (Erzurum): 8 işçi
- 2004 – Küre (Kastamonu): 19 işçi
- 2006 – Dursunbey (Balıkesir): 17 işçi
- 2009 – Mustafakemalpaşa (Bursa): 19 işçi
- 2010 – Karadon (Zonguldak): 30 işçi
- 2013 – Kozlu (Zonguldak): 8 işçi
- 2014 – Soma (Manisa): 301 işçi
- 2014 – Ermenek (Karaman): 18 işçi
- 2016 – Şirvan (Siirt): 16 işçi
- 2022 – Amasra (Bartın): 42 işçi
- 2023 – İliç (Erzincan, Çöpler Altın Madeni): 9 işçi (toprak altında kaldı)
- 2024 – Şırnak bölgesinde kaçak maden kazası: 4 işçi (resmi olmayan)
- 2025 (Ocak–Nisan arası): En az 6 işçi, çeşitli küçük ölçekli grizu patlamaları ve göçüklerde yaşamını yitirdi.
Bunlar sadece “basına yansıyanlar.” Oysa Türkiye’de her yıl ortalama 100’e yakın madenci, “küçük ölçekli” diye adlandırılan iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Son yüzyılda resmi kayıtlara göre en az 1500 madenci yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı, sakat kaldı, bedeninden, akciğerinden, ömründen oldu.
İktidar bu ölümleri ya “fıtrat” diye karşıladı ya da istatistiğe dönüştürdü. Oysa her biri, sermayenin daha fazla üretim talebiyle, denetimlerin kasten yapılmamasıyla, işçilerin sesinin duyulmamasıyla yaşandı. Bu nedenle bu ölümler kaza değil; sistematik cinayetlerdir.
Maden işçisi, bu ülkede en görünmeyen emekçidir. Onun alın teriyle ısınan şehirler, onun ölümüyle kurulmuş köprüler, onun mezarı pahasına elde edilmiş rakamlar vardır. Ama o görünmezdir. Hakları anılmadan gömülür, mezarı bile taşeronun ihalesine kalır.
“Fıtrat”tan Tekmeye: Soma ve Cezasızlık Rejimi
13 Mayıs 2014 Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kanlı günlerinden birisidir. Soma’da, TKİ’ye ait linyit sahasında üretim yapan Soma Holding’e bağlı madende çıkan yangın sonucu 301 madenci yaşamını yitirdi. Göçük, karbonmonoksit zehirlenmesi, ihmaller zinciri… Ama asıl neden çok daha sistemikti: üretim zorlaması, denetim eksikliği ve kâr hırsı.
Soma faciası bir doğal afet değil; planlı bir cinayetti. Çünkü:
- İşçilerin maske eğitimleri eksikti.
- Tahliye yolları yetersizdi.
- Madenin riskli olduğu aylar öncesinden raporlarla bildirilmişti.
- “Çalışanlar üretimi durdurursa işten atılacaklarını” biliyorlardı.
- Ve en önemlisi: denetimler göstermelik, cezalar caydırıcılıktan uzaktı.
Katliamın ardından ülkenin dört bir yanında öfke seli yükseldi. Ancak devletin refleksi değişmedi. İktidar, önce “fıtrat” dedi. “Bunlar bu işin fıtratında var” açıklamasıyla, 301 canın bedelini doğaya yükledi. Ardından yargı süreci başladı, ama “adalet” hiç başlamadı.
Sanıklar hakkında açılan davada, ilk yıllarda cezalar verildi; ancak 2021’de bu cezaların büyük bölümü bozuldu, cezalar indirildi, sanıklar tahliye edildi. Soma Holding CEO’su Can Gürkan, sadece 4 yıl 6 ay yatıp serbest kaldı. Türkiye, 301 işçinin ölümünün ardından patronunu dışarıda, işçilerini içeride bıraktı. Adalet yerin altına gömüldü.
Bu hukuksuzluk yalnızca şirket yetkilileriyle sınırlı kalmadı. Madenci ailelerinin haklarını savunan avukatlar da hedef alındı. Soma işçilerinin avukatlarından Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay, yıllardır tutuklu. Kozağaçlı hakkında ağır ceza hükümleri verildi; Atalay ise halk tarafından milletvekili seçilmesine rağmen hala cezaevinde tutuluyor. 301 kişinin ölümünün gerçek sorumluları serbest bırakılırken, onların hesabını sormaya çalışanlar cezalandırıldı. Bu ülkede, adalet için mücadele edenler tutuklu; işçileri mezara gönderenler serbest.
Katliamın yaşandığı aynı gün, Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel, protesto eden bir madenciyi yere yatırıp tekmeledi. Evet, 301 işçinin öldüğü bir katliamda, acılı bir madenciye tekme atıldı. Ve bu kişi, yıllar sonra hiçbir yargı sürecine tabi olmadan, Frankfurt Başkonsolosluğu’na ticaret ataşesi olarak atandı.
Cenazeye giden madenci ailesi polis şiddetine uğradı. Soma’da gözyaşı döken kadınlar gözaltına alındı. Grev yapmaya çalışan işçiler işten çıkarıldı. Bu düzen yalnızca madenleri değil, öfkeyi de gömmek istiyordu.
Soma’nın ardından gelen Amasra (2022), İliç (2023) ve diğer facialar, sistemin hiçbir şey öğrenmediğini gösterdi. Aynı suç, aynı cezasızlıkla tekrarlandı. Aynı düzen, aynı ölümlere neden oldu. Çünkü suç işlenmedi, suç sistemin kendisiydi.
Soma, bu ülkenin madencilik tarihindeki bir kazadan fazlasıydı. Bir eşikti. Devletin, patronun ve adaletin işçi karşısındaki konumunun açıkça görüldüğü bir andı.
Soma’da göçük altına sadece 301 işçi değil; adalet, vicdan, insanlık da gömüldü. Ve bu gömülme hala sürüyor.
Ama toprağın altında kalan yalnızca beden değil. Sınıf hafızası da orada büyüyor.
Yaşam Hakkı Bir Lüks Değil: Maden İşçisinin Temel Talepleri
Türkiye’de maden işçiliği, hala canla ödenen bir meslektir. En basit koruma önlemleri alınmaz, en düşük güvenlik standartları bile maliyet kalemi görülür. Üretim baskısı, “taşeronluk” sistemiyle birlikte işçiyi kıstırır; örgütlenme, fiilen engellenir. İş cinayetleri ardından gelen yargı süreçleri ise “ceza değil, cezasızlık üretir.” Bu tablo, bireysel kusurların değil; yapısal bir sömürü düzeninin ürünüdür.
Bugün maden işçilerinin talepleri karmaşık değil; tam tersine, hayatta kalmanın en temel gereklerine dairdir:
1. İş Güvencesi ve Taşeron Sisteminin Kaldırılması
Türkiye’de özellikle özel sektöre devredilen madenlerde taşeron sistemi, iş güvenliğini ortadan kaldıran bir sömürü biçimi olarak işliyor. Taşeron şirketler işçiyi daha ucuza, daha denetimsiz çalıştırıyor. Bu durum hem iş kazası riskini artırıyor hem de işçinin hukuki ve sendikal haklarını gasp ediyor.
Taşeronlaşma kalkmadan işçinin güvenliği garanti altına alınamaz. Kamu eliyle işletilen madenlerde bile bu sistem yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Oysa maden işçisinin talebi basit: “Bir patrona değil, kurallara bağlı çalışmak istiyoruz.”
2. Bağımsız Denetim ve İşçi Denetiminin Güçlendirilmesi
Madenlerde yapılan denetimlerin çoğu göstermeliktir. Çoğu zaman tehlikeli koşullar göz ardı edilir, raporlar manipüle edilir. Hatta birçok faciadan önce, madenin riskli olduğuna dair belgeler bulunmasına rağmen gerekli müdahale yapılmamıştır. Bağımsız denetim ve işyeri temsilciliklerinin güçlendirilmesi, yaşamsal bir zorunluluktur.
Denetim sadece yukarıdan değil, aşağıdan da yapılmalı: İşçinin kendi çalışma koşulunu denetleme hakkı olmalı.
3. Sendikal Özgürlük ve İşten Atılmaya Karşı Güvence
Maden işçilerinin büyük çoğunluğu ya sendikasızdır ya da işverenin kontrolündeki sarı sendikalara üyedir. Gerçek sendikal faaliyet ise baskı altındadır. İşçiler sendikaya üye oldukları için işten atılmakta; örgütlenme girişimleri tehdit ve şiddetle bastırılmaktadır.
Türkiye’de işçiye reva görülen sistem şudur: Ya patronun istediği sendikaya üye olursun ya da kapı dışarı edilirsin. Bu nedenle işçilerin sendikal örgütlenme özgürlüğü anayasal hak olmaktan çıkarılmış, fiilen bastırılmıştır.
4. Emeklilik, Sağlık ve Sosyal Güvence
Birçok maden işçisi yerin altında onlarca yıl çalışmasına rağmen ya prim gününü dolduramaz ya da düşük ücret nedeniyle sağlıklı bir emeklilik yaşayamaz. Meslek hastalıkları (özellikle “silikozis” ve akciğer problemleri) yaygın; ama bu hastalıklar sistematik olarak “işle ilgili değil” denilerek raporlanmaz. Tedaviye erişim kısıtlıdır.
Kısacası: Ölünce şehit, yaşarken yük.
Bunlar bir lütuf değil, temel haklardır. Bir işçinin eve sağ salim dönmesi; eşine, çocuğuna sarılması; mezar değil, maaş alması; madene değil, hayata kazma vurması için bu hakların tanınması gerekir.
Ama Türkiye’de maden işçisine yaşamak bile çok görülür.
Çünkü bu sistemde “kâr” her zaman “can”dan önce gelir. Çünkü yerin altındaki kömür, yerin üstündeki bedenden daha değerlidir. Ama bu hesap sonsuza kadar süremez. Çünkü:
Toprağın altında biriken yalnızca kömür değil; öfke, hafıza ve mücadeledir.
Ve bir gün o mücadele yerin üstüne çıkar.