Skip to main content

Unutturma Rejimi: Toplumsal Hafızanın Sistematik Tasfiyesi

Toplumsal hafıza, sadece geçmişin bilgisi değil; bugünü anlama ve geleceğe müdahale etme yetisidir. Bu nedenle bireyin belleği zamana yenik düşebilir ama toplumun belleği, ancak siyasal bir müdahaleyle bastırılır. Türkiye’de hafızanın silinmesi, rastlantısal değil; sistematik bir tercihtir. Ve o tercih, bugünün en işlevsel iktidar aygıtlarından birine dönüşmüştür: toplumsal alzheimer.

Toplumsal alzheimer, hafızanın kaybolması değil; bilinçli olarak yerinden edilmesidir. Anlam bağları koparılır, yaşananlar yalıtılır, bağlamlar parçalanır. Hatırlama, politikleştikçe tehlikeli sayılır. Çünkü hatırlayan toplum, yalnızca geçmişe değil, bugüne de hesap sorar. Hatırlayanlar örgütlenir. Hatırlayanlar bağ kurar. Ve bağ kurulan her şey, mevcut düzenin meşruiyetini sarsar. Bu yüzden unutturma, sessizlik değil; aktif bir bastırma biçimidir.

İktidar bu bastırmayı sansürle değil, daha incelikli araçlarla yönetir. Gündemler üst üste bindirilir, yeni krizler eskiyi örter, bilgi kirliliği ve troll saldırılarıyla kolektif dikkat dağıtılır. Her protesto bir sonraki infialle bastırılır; her toplumsal tepki, magazinle ya da “daha büyük gündem”le yutulur. Olan biten silinmez ama görünmez kılınır. Bu, unutmanın en sofistike biçimidir: gündemde olup hiçbir şey olamamaktır.

Ancak burada unutturma yalnızca görünürlükle ilgili değildir; anlamın yok edilmesiyle ilgilidir. Her protesto önce kriminalize edilir, sonra dramatize edilir, ardından mitingleştirilir. Tepki siyasallaşmadan törenselleştirilir. Öfke programlaştırılır. Her başkaldırı, “anlamlı bir tepki” olmaktan çıkarılıp “örnek bir davranış”a dönüştürülür. Direniş, tarihsel bir uğraktan ziyade, takvimsel bir ritüele sıkıştırılır.

Bu dönüşüm yalnızca medya eliyle gerçekleşmez. Muhalefet, bu sürecin pasif değil aktif bir parçasıdır. Özellikle ana muhalefet, sokak hareketlerini ilk anda sahiplenir gibi görünür, sinerjiden beslenir, öfkeye alan açar. Fakat kitlesel refleks örgütlenmeye evrildiğinde, siyaset alanı büyüdüğünde, müdahale başlar. Protesto, mitinge çevrilir. Sokak, sahneye döner. Çağrı, programa dönüşür. Eylem, törensel bir konuşmayla susturulur. Ve halk, bir kez daha yalnız bırakılır.

Bu yalnızlaşmanın bedelini ise en çok öne çıkanlar öder. Sokakta gözaltına alınan gençler, kamera önünde darp edilen öğrenciler, aylarca içeride tutulan eylemciler… İlk günlerde sayfalarca paylaşılan isimleri, birkaç hafta sonra yalnızca aileleri, arkadaşları ve birkaç örgüt hatırlar. Sosyal medya geriye sadece birkaç hashtag bırakır. Oysa içeridekiler, hâlâ o ilk günün siyasal sonuçsuzluğunun içinde yaşamaya devam eder.

İşte bu yüzden Türkiye’de hafıza, yalnızca bir hatırlama meselesi değil; bir siyasal taşıma sorunudur. Hatırlamak, geçmişi kutsamak değil; bugünü dönüştürmektir. Ama eğer her şey unutulmak üzere organize edilmişse, o zaman unutmamak yetmez—hatırlananı örgütlemek gerekir.

Ve bu örgütlenemeyen hafızanın nasıl törenselleştirildiğini, kitlesel enerjinin nasıl mitingleştirilerek etkisizleştirildiğini, şimdi daha yakından görmek gerekiyor. Çünkü hafızayı bastıran yalnızca iktidar değil; onu törensel gösterilere hapseden muhalefettir.

Törenselleştirilen Direniş: Miting, Sessizlikten Bir Sonraki Durduraktır

Sistem, toplumsal öfkeyi bastırmak için artık yalnızca zor kullanmıyor. Günümüzde baskının en etkili biçimlerinden biri, direnişi “katılınabilir etkinlik” hâline getirmek. Bu stratejinin uygulayıcıları ise yalnızca iktidar değil; muhalefetin bizzat kendisi. Özellikle de ana muhalefet partileri, sokağın politikasını kendi sınırları içinde törenselleştirerek, öfkenin toplumsal dönüşüme evrilmesini engelliyor. Sokak, bir programa; mücadele, bir sahne düzenine çevriliyor. Böylece eylem, sistem açısından tolere edilebilir bir forma bürünüyor—çünkü artık tehlikeli değil, kontrollü.

19 Mart 2025 protestoları bu sürecin kristal örneğiydi. Ekrem İmamoğlu hakkında verilen siyasi yasak kararı, anlık bir öfke zinciri yarattı. Binlerce insan hiçbir çağrı olmaksızın sokaklara aktı. Bu, kendiliğinden gelişen en büyük politik reflekslerden biriydi. Sokaklar sadece İmamoğlu için değil, adalet, hukuksuzluk, baskı, ekonomik sefalet için doldu. Eylem, partilerden bağımsız geliştiği için sahici, doğal ve sarsıcıydı. Tam da bu yüzden, çok geçmeden müdahale başladı.

Ana muhalefet, bu denetimsiz enerjiden ürktü. Kitlenin hızla politikleşmesini, taleplerin çeşitlenmesini, gündemin iktidarın ötesine geçmesini istemedi. Bu yüzden ilk refleks, sokağı bir mitinge dönüştürmek oldu. Protestonun gündelik ritmi yerine, planlı bir “duyarlılık gösterisi” inşa edildi. Kürsüler kuruldu, metinler okundu, dakikalar ayarlandı. Kitle, program dahilinde alkışladı ve dağıldı. Sokak eylemi, bir gün sonra gazetelerin “CHP mitingi coşkulu geçti” başlığıyla özetlendi. O coşku birkaç gün sonra unutuldu.

Fakat kitle bu kez yalnızca eylemde değil, niyetin farkındaydı. İnsanlar sokaklara “mitinge” değil, eyleme geldiklerinin farkındaydı. Bu kez CHP de kitle tarafından kıskaca alındı. Kalabalığın çoğalması, politik taleplerin radikalleşmesi ve tabandaki huzursuzluk, parti yönetimini dikkatli olmaya zorladı. Görünürde dinliyormuş gibi yapıldı; “katılım” vurgulandı, “duyarlılık” gösterildi. Ama tüm strateji, o enerjiyi kontrollü bir mitinge çekmek ve halkı belirlenmiş bir alanda tutmak üzerine kuruldu. Mesele sahiplenmek değil; sınır çizmeye çalışmaktı.

Bu, bir tesadüf değildi. Bu, muhalefetin yıllardır tekrar ettiği bir kalıptı. Hatırlayalım: Gezi’de kitleler sokakta kurucu bir siyaset yaratırken, muhalefet yalnızca seyredendi. Boğaziçi direnişinde öğrenciler haftalarca kapı önlerinde beklerken, partiler “Provokasyona gelmeyin” uyarısı yaptı. Adalet Yürüyüşü’nde halk adım adım yürürken, muhalefet son noktaya ulaştığında mücadeleyi havada bıraktı. Her seferinde aynı: Eylemliliği sahiplen ama büyümesine izin verme.

Muhalefetin bu refleksi sadece bir tepkisizlik hâli değil, adeta kurumsallaşmış bir siyasal yönetim biçimidir. Sokak, ancak törenselleştiğinde tolere edilir. Direniş, ancak koreografiye dönüşürse kabul görür. Muhalefet, sistemi sarsacak bir halk iradesini değil; düzenin sınırları içinde kalacak temsiliyet biçimlerini tercih eder. Bu yüzden sokağın çağrısı hızla “mitinge davet”e çevrilir. Tüm eylem alanı bir program dâhiline alınır; sloganlar belirlenir, kürsüler kurulur, dakikalar hesaplanır. Her şey sistemin alışkanlıklarıyla uyumlu hâle getirilir. Ve nihayet, tören biter. Herkes evine döner.

Ama bazıları aylar sonra ancak dönebildi…

19 Mart protestolarında gözaltına alınan öğrenciler, aylar sonra ancak serbest kalabildiler. Onlar, bir törenin parçası değildi. Onlar, sokakta kalan hafızanın yükünü taşıyanlardı. Ve sistem, hatırlayanları değil, hatırlatmaya devam edenleri cezalandırır. Çünkü onların varlığı, unutturma rejiminin işleyişini bozar.

Sokak boşaldığında, yalnızca kalabalık değil, anlam da dağılır. Hafıza, örgütsüzleşir. Öfke, bir zamanlar hissedilmiş bir duyguya dönüşür. Talep yerini alkışa, bağırış yerini konuşmaya, siyasal olan ise sıradan bir “duyarlılık anı”na bırakır. Geride kalan, birkaç video, birkaç slogan, birkaç etiket… Ama direniş kalmaz. Direnenler hatırlanmaz. Hafıza, hızla kendi arşivine gömülür.

İşte tam bu noktada sormak gerekir: Hatırlamak yetiyor mu?  Yoksa artık hatırlananı sürdürmenin yollarını mı kurmalıyız?

Hafızayı Geri Almak: Süreklilik

Unutturma rejimi yalnızca geçmişi bastırmakla kalmaz, geleceği de kilitler. Hatırlamanın bastırıldığı bir düzende, mücadele süreksizleşir; tepki kendini tekrarlar ama hiçbir yere varmaz. Her şey yeniden başlar, ama hiçbir şey değişmez. Bu yüzden Türkiye’de hafıza, yalnızca hatırlanacak bir şey değil; sürekli olarak örgütlenecek bir siyasal güçtür.

Bir protestonun büyüklüğü, ne kadar insan topladığıyla değil, ne kadar devam edebildiğiyle ölçülür. Çünkü sistemin en başarılı taktiği, öfkeyi geçici hâle getirmektir. Sokaktaki enerjiyi törenselleştiren yalnızca muhalefet değildir; sosyal medya da bu işlevi devralır. Bugün bir olay yaşanır, yarın etiket açılır, üç gün sonra video paylaşılır, beşinci gün herkes bir sonraki gündeme geçer. Oysa gerçek hafıza, gündemi değil; yönü olan bir sürekliliği kurar.

Bu nedenle hafızayı geri almak, hatırlama edimini yeniden politikleştirmekten geçer. Anmak, artık yetmez. Hatırlamak, pasif bir eylem değildir. Hatırlamak, taşımaktır. Taşımak, örgütlemektir. Örgütlemek ise devam ettirmektir.

19 Mart’tan sonra ne olduğu sorusu burada yeniden sorulmalı. Protestolar neden sönümlendi? Mitingden sonra neden bir adım daha atılamadı? Tutuklanan öğrenciler neden birkaç paylaşımın ardından unutuldu? Bu soruların cevabı, yalnızca siyasal taktiklerde değil; hafızayı süreklileştirecek yapılar kuramamakta gizlidir.

Bugün Türkiye’de gerçek muhalefet, sadece iktidara değil; unutturma düzenine karşı da kurulmak zorundadır. Çünkü bu düzen, yalnızca baskıyla değil; hafızayı törenselleştirerek işler. Bu nedenle çözüm, yalnızca sokağa çıkmak değil; her protestoyu bir öncekinin taşıyıcısı hâline getirecek bağları kurmaktır. Gezi, Boğaziçi, Adalet Yürüyüşü, 19 Mart… Hepsi birbirinden kopuk kaldığı sürece, her biri sistemin izin verdiği ölçüde yaşanmış olur.

Peki Ne Yapmalı?

Her protesto, bir hafıza zincirine eklenmeli. Her gözaltı, yalnızca bir mağduriyet değil; bir politik hat olmalı. Her etikette sorulacak şey şu olmalı: Bu talep bir gün sonra nereye evrilecek? Eğer bir eylem kalıcı bir yapıya dönüşemiyorsa, yalnızca “iyi bir tepki” olarak kalır. Ve iyi tepkiler, eğer süreklilik taşımazsa, sistem tarafından tolere edilir.

İşte bu yüzden hafızayı geri almak, yalnızca geçmişi değil; geleceği de yeniden yazmaktır. Çünkü bu düzende hatırlamak bile bir direnişse, hatırladığını sürdürebilmek örgütlü bir irade ister.

Ve o irade, artık yalnızca öfkede değil; hafızada da örgütlü olmak zorundadır.