Bazı küresel değişimlerin insan zihninin algılayamayacağı derecede karmaşık olduğu çokça ortaya atılan bir savdır. Bu sav, sözde hem iklim krizi karşısındaki tepkisizliği hem de kontrolü tekrar ele almak gibi muntazam çözümlerin çekiciliğini –tıpkı gitgide daha karmaşık hale gelen “bağımsızlık” konsepti gibi– açıklamaktadır.
Geçen haftaya kadar bu savın Covid 19’a –dokuz ay öncesine kadar çok az insanın duyduğu ancak şimdiye kadar 800.000’den fazla can kaybına sebep olan bir virüs– da uygulanabileceği kanısındaydım. İletişimsel bir perspektiften bakıldığında pandemi gibi daha yıllarca devam edebilecek bir sorunun idare edilmesi iklim değişiminde olduğu derecede zor olabilir mi? Eğer öyle ise politikacılar sorunun boyutlarını toplumun geri kalanına nasıl açıklamayı planlıyorlar?
Bu sorular karşısında endişelenmem gereksizmiş. Virüsün günlük yaşamımıza olan tahrip edici etkileri, –milyonlarca insanın hastalığa yenik düşmesi, sevdiklerini kaybetmesi ya da ekonomik sıkıntı içerisine girmesi– Covid-19’un önümüze çıkacak pandemilerin sadece ilki olduğu gibi bir korkunç farkındalık anı ile akranını bulmuş oldu.
Koronavirüs, bir patojenin bir canlı türünden diğerine geçmesi olarak tanımlanan “zootonik bulaşım” örneği. Bu virüsün insanlara bulaşmasında ana rol oynayan bu tür için en yakın olasılık yarasalar görülüyor, domuzlar da bir başka olası araç. 1200 yarasa soyunda 3000 farklı koronavirüs türü olduğu tahmin ediliyor, yani eşi benzeri görülmemiş bir durumla karşı karşıya değiliz. İyi haber; bu virüs türlerinden sadece birkaç yüz tanesi bize etki edebilir durumda. Bu bir yandan da kötü haber.
Zootonik bulaşma insan türünün doğal çevre üzerindeki egemenliği ile direk olarak ilişkili bir durumdur. Ormanların azalması pek çok vahşi hayvan türünün insan yerleşkelerinin sınırlarına yaklaşma ihtimalini yükseltir ve daha fazla alanın palm yağı ve sürü hayvanları gibi şeyler için değiştirilmesi, herhangi bir patojenin kendi türünün dışına yayılması olasılığını da arttırmaktadır. Tekrarlamak gerekirse, yarasalar söz konusu olduğunda bu problem ani ve keskin bir yön izlemektedir. Bazı tahminlere göre doğu Asya’da bulunan yarasa popülasyonunun %99’unun bu yüzyılın ortasına kadar yer değiştirmesi bekleniyor.
Hastalık, doğanın bir getirisi olabilir fakat bulaşıcı hastalıklar tarihi üretim ve ticaretin tarihi ile içiçedir. İçinde bulunduğumuz dünya, zaman ve yer olarak sıkıştıkça salgın ve pandemilerle karşılaşma ihtimali de yükselmektedir. Bunu Avrupa tarihindeki ilk salgınların Roma ve erken Bizans dönemlerinde gerçekleşmesi ile görebiliriz; genişleyen ticari yollar ve askeri alanlar beraberlerinde sadece zenginlik değil, hastalıklara karşı dayanıksızlık da getirmiştir.
Bu salgınların en küçüklerinden Antonine Salgını M.S. 2. Yüzyılda –yüksek ihtimalle yakın doğudan– ortaya çıkmış ve 5 milyon kişinin ölümüne sebep olmuştur. 400 yıl sonra ortaya çıkan ve tahmini çıkış yeri Orta Asya olan Justinian Vebası, Akdeniz, Sasani İmparatorluğu ve Arap yarımadası boyunca ilerleyerek Kuzey Avrupa’ya kadar ulaşmıştır. En etkin olduğu dönemde Konstantinapolis’te günde 5000 kişinin öldüğü iddia edilmektedir.
Dönemin Avrupa nüfusunun üçte birini öldüren 14. Yüzyıldaki Kara Veba’yı Karadeniz üzerinden Avrupa kıyılarına getirenler yüksek ihtimalle Cenevizli tüccarlardı (Karantina kelimesinin kökeni denizciler ve taşıdıkları kargoyu 40 gün boyunca izolasyonda tutmayı içeren bir Venedik uygulamasıydı). Avrupalıların 1492’den sonra Amerika kıtasına ulaşmaları savaş ve köleliğin yanında hastalığı da beraberinde getirmişti. Kolomb’un Haiti Adası’na çıkmasından sonra milyonlarca yerli insan birkaç on yıl içerisinde hayatını yitirdi. Avrupalılar barut ve Hristiyanlık ile beraber Çiçek Hastalığı’nı da getirmişlerdi.
Daha sonrasında, 20. Yüzyılın başlarında taşıma ve savaş teknolojileri, medikal bilgi ve etkili sağlık hizmetine ulaşımın çok ötesine geçtiğinde ortaya çıkan İspanyol Gribi milyonlarca insanı öldürecekti. Bu ölümlerin çoğu Avrupa’nın en fakir kolonilerinde gerçekleşti.
Covid-19 bu salgınların tamamından daha az can kaybına sebep olmuş olmakla beraber (bunun sebebi olarak kısmen hastalığın daha düşük olan öldürme oranı kısmen de epidemiyolojik birikimin daha gelişmiş olması görülebilir), en kaygılandırıcı olan olgu bu spesifik virüsün gelecekle ilgili oluşturduğu öngörülerdir: Kapitalizmin gezegenimizle olan ilişkisi bu tip salgınları git gide daha sık hale getirmektedir. Covid-19, 2002 yılındaki SARS salgını ve bundan 10 yıl sonra ortaya çıkan MERS salgınından sonra bu yüzyılda önümüze gelen üçüncü zootonik coronavirüs türü. Tabii ki yakın dönemde patojen bulaşma ile karşımıza çıkan Ebola –ki bu virüs %50 ölüm oranı göstermektedir– ve yüksek olasılıkla 20. Yüzyılın ortalarında türler arası geçişini yapan ve 30 milyondan fazla insanın ölümüne neden olan HIV-AIDS gibi diğer ölümcül virüsleri de hesaba katmak gerekmektedir.
Hem Ebola hem de HIV-AIDS’in türler arası geçiş yapmasının sebebi üzerindeki genel kanı “vahşi hayvan eti” tüketimidir. Farklı Koronavirüs türleri için ise bu durumun sebebi hayvansal tarım olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar daha öncesinde “vahşi” sayılan doğal habitatlara yaklaştıkça memelilere ait virüslerin bir kısmı da besin zincirine giriş yapmaktadır. Çin’in “hayvan pazarları” üzerine yapılan tartışmalar çokça ırkçı esintilerden beslense de bu tür yerlerin zootonik bulaşma için birer cennet olduğu kuşkusuz bir gerçektir. Daha önemlisi bu sorunların Güney Yarımküre ile kısıtlı olmamasıdır. ABD’de birçok kişi geyik türlerini etkileyen dejeneretif bir hastalık olan “kronik zayıflama hastalığının” hastalıklı bir hayvanın yenilmesi ile insanlara geçmesinin (daha önce maymunlar üzerinde görüldüğü gibi) an meselesi olduğundan endişeleniyor. Kongo’dan Kolorado’ya vahşi hayvan eti tüketimi gitgide daha büyük bir sorumsuzluk haline geliyor. Mevcut, fabrikalaşmış tarım modelleri sürdürülemez olmakla beraber patojen bulaşım göz önünde bulundurulduğunda vahşi hayvan ya da av eti tüketimi türümüz için rus ruleti oynamaktan farksız durumda.
Elbette bu tür uygulamalar için sadece yasak ilan etmek yeterli olmamaktadır. Orta Afrika’nın kırsal kesimlerindeki pek çok topluluk için vahşi hayvan eti sadece ucuz bir besin kaynağı değil, aynı zamanda gelir kaynağı olarak görülmekte. Aynı durum Çin için de geçerlidir, Dünya’da en çok ticareti yapılan hayvan olan tehlike altındaki pangolinlerin hikayesi, ekonomik talep yüksek oldukça “yasadışılaştırmanın” ne denli etkisiz olduğunu göstermektedir.
Başka bölgelerde ise orman tahribatı –özellikle Brezilya ve Endonezya gibi geniş ekonomilerde ülkelerin gelişme hırslarına ilişkin durumdadır, ancak bedelin, eni sonu her türlü yararın üzerinde olacağı açıktır. Rob Wallace’ın yazdığı gibi, gezegenimizin vahşi alanlarının kapitalin küresel çemberine açılması korkunç epidemiyolojik güçleri açığa çıkaracaktır –doğa gitgide daha doğaya aykırı hale gelen moderniteye cevap verecektir. Biz kurcaladıkça gelen tepki de daha büyük olacaktır. Artan hava sıcaklığı problemi daha da şiddetlendirmektedir, orman yangınları gibi orman tahribatını hızlandıran olaylar insan yerleşkeleri ve vahşi hayvan sürüleri arasındaki kontrolsüz etkileşimi arttırmaktadır. Andreas Malm’ın sözleri durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Covid-19’u insanlığı tam alnından vuran altıncı kitlesel yok oluşun ilk bumerangı olarak düşünebiliriz.”
Son 12 ay içerisinde karşılaştığımız Avusturalya’da yangınlar sebebi ile 3 milyar hayvanın ölmesi, Kuzey Kutbu’nda ölçülen rekor hava sıcaklığı ve Kaliforniya’daki aşırı sıcaklık gibi durumlar göz önüne alındığında zamanın bizden yana olmadığı açıkça görülüyor; ama iklim değişikliğini politik bir sorun olarak sunmak zor olmakla beraber Covid-19 bunu değiştirebilir. Amerika’da 180.000, İngiltere’de 50.000’den fazla kişinin ölmesi çok satan bir felaket romanının önsözü değil, son dakika haberidir. Mevcut ekonomik sistemimizin sadece gezenin sağlığını değil bir canlı türü olarak bizim sağlığımızı da tehdit ettiğini anlamamız için acaba kaç pandemi daha görmemiz gerekiyor?
Novara Media’daki İngilizce orijinalinden Ozan Tüzün tarafından Kroniko.org için çevrilmiştir.