19 Mart 2025 sabahı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan kitlesel tepkiler, İstanbul Üniversitesi önünde kurulan barikatın öğrenciler tarafından yıkılmasıyla tarihsel bir kırılmanın simgesine dönüştü. Ancak bu kırılma yalnızca üniversitelerle sınırlı kalmadı. Takip eden günlerde liseliler de sıralarından kalktı; mahallelerde, caddelerde, meydanlarda gençler “Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz” diyerek sokaklara aktı.
Bu isyan, İmamoğlu’na duyulan politik sahiplenmeden öte; yıllardır biriken adaletsizlikten, bastırılmış öfkeden ve sistemli biçimde geleceksizliğe mahkûm edilen bir kuşağın artık taşan sabrından doğmuştu. Gençler yalnızca bir yargı kararına değil, o kararı mümkün kılan siyasal, ekonomik ve ideolojik düzene karşı itirazını dile getiriyordu. Bu itiraz da yıllardır bastırılan toplumsal sessizliğe karşı kolektif bir haykırışa dönüştü.
Ancak tam da bu haykırışın ortasında, toplumun beklentisini boğan bir sessizlik yankılandı: Sanat dünyası.
Sahnelerde alkışlanan, dizilerde başrolleri kapan, reklam panolarında yer alan, kırmızı halılarda parlayan o dünyadan bu tarihsel eşiğe dair tek bir cümle kurulmamıştı. Oyuncular, yönetmenler, müzisyenler, televizyon yıldızları… O çok sesli, çok renkli görünen evrenden; anayasal hakkını kullandığı için sokakta, ev baskınlarında gözaltına alınan binlerce gence, mahkemeye bile çıkarılmadan tutuklanan yüzlerce üniversiteliye, eğitim hakkı gasp edilen, itibarsızlaştırılan bir kuşağa karşı en kırılgan anda sessiz kalınmıştı.
Bu sessizlik yalnızca konuşmamayı seçmek değildi, hakikate sırt çevirmekti.
Ve en çok da bu nedenle öfke doğdu. Üstelik bu öfke bir linç değil, bir hafıza hatırlatmasıydı.
Bazılarıysa sessiz kalmakla yetinmeyip, yükselen tepkilere içerleyerek karşılık verdi: “Linç kültürü”, “Ben ne yapabilirim”, “İşimi yapıyorum” gibi cümlelerle hiçbir yere temas etmeyen, hiçbir bedel ödemeyen, hiçbir riski omuzlamayan savunular dile getirildi. Kimileri ise sosyal medya algoritmalarına uygun birkaç Atatürk görseliyle, bir şey demeden bir şey söylemiş gibi yapmayı tercih etti. Vitrin temizliği yapar gibi, görünürlüklerini imaj parantezinde güncellediler.
Bu noktada şu soru kaçınılmaz biçimde gündeme geliyor: Sanat ya da sanatçı politik olmak zorunda mı?
Bu sorunun cevabı, geçmişte zaten verilmişti.
Çünkü sanat, yalnızca estetik üretimi değil; tarih boyunca baskıya, sömürüye ve otoriteye karşı alınan bir tutum, bir pozisyon alma biçimi olarak da varlık gösterdi.
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında sanatçılar, toplumsal mücadelelerin doğrudan tarafı oldular. Şilili müzisyen Víctor Jara, Pinochet darbesine karşı gitarını kaldırdı; sesi bastırılsın diye elleri kırıldı, ama şarkıları susturulamadı.
Pablo Neruda, yalnızca aşkı değil; yoksulluğu, emekçiyi, zulmü, halkların kardeşliğini şiire taşıyarak, faşizme karşı savaştı.
Charlie Chaplin, ABD’de baskıcı düzene karşı ses çıkardığı için ülkesinden sürüldü; “Modern Zamanlar” ya da “Büyük Diktatör” gibi filmlerle sınıf eşitsizliğine ve faşizme karşı görsel bir manifesto bıraktı.
Gabriel García Márquez, Latin Amerika’nın sömürgeci sistemine karşı, büyülü gerçekçiliğin içinden örgütlü bir itiraz yükseltti.
Türkiye’de de bu çizgi, karşılığını özellikle 1970’lerde bulmuştu. Sinema emekçileri yalnızca görüntü üretmiyor; sendikal örgütlenmenin, grevlerin ve sokak mücadelelerinin parçası oluyordu. Figüranından başrol oyuncusuna kadar herkes, sinemanın yalnızca kamera önüyle sınırlı olmadığını biliyordu. Oyuncular Sendikası’nın çatısı altında birleşen sanatçılar, setleri terk edip yürüyüşlere katılıyor, iş bırakıyor, kamera arkasında başlayan emeği sokağa taşıyordu.
“Sanat halk içindir” sözü, yalnızca duvarda asılı bir afiş değil, bizzat yaşanan bir tercihti.
Yılmaz Güney’in kamerası sadece estetik kompozisyonlar yaratmak için değil, sınıfsal çelişkileri kadraja almak içindi. Onun sinemasıyla köylü yalnızlığı, devlet şiddeti, adaletsizlik ve yoksulluk görünür oldu. Tuncel Kurtiz’in sesi sahnede yalnızca ezberlenmiş replikleri değil, halkın bastırılmış sözünü taşırdı. Tarık Akan, ekranlardaki romantik yüzünün ardında bir mücadele insanıydı; maden işçilerinin yürüyüşlerine katılan, gözaltındaki arkadaşları için karakol önünde bekleyen bir dayanışma figürüydü.
Aynı dönemde Yaşar Kemal, romanlarıyla yalnızca Anadolu’yu anlatmıyor; yoksulluğun, topraksızlığın ve susturulmuşluğun içinden yükselen bir halk sesi kuruyordu. Onun yazdıkları, yalnızca edebi değil; politik bir alan açıyordu. Çünkü İnce Memed’in dağa çıkışı, yalnızca bir bireyin öfkesi değil; halkın adalet arayışının simgesiydi. Ruhi Su’nun sesi ise yalnızca bir ezgi değil; türkü formuna sinmiş bir direnişti. O, yasaklı dillerde, bastırılmış melodilerde, halktan çalınan hikâyelerde yankılandı.
Konser salonlarında değil, baskı altında susan kentlerde, göç ettirilmiş köylerde, umutsuz ama dirençli meydanlarda dolaşıyordu.
Bugünden bakıldığında, o dönem sanatçılarının daha cesur, daha muhalif olduğu; çünkü arkasında güçlü sınıf hareketlerinin, örgütlü bir muhalefetin bulunduğu düşünülebilir.
Ancak bu, hakikatin yalnızca bir yüzüdür. Çünkü o gün de baskı giyotini hep tepede sallanıyordu. Sansür vardı, sürgün vardı, cezaevi vardı. Sanatçının önünde açılmış bir yol yoktu; aksine, her adımın bedeli yüksekti. Ama yine de konuşmayı, susmaya tercih ettiler.
Çünkü biliyorlardı: baskı arttığında değil, sessizlik yaygınlaştığında yenilgi başlar. Bu yüzden “Sanatçı politik olmak zorunda mı?” sorusu bugün yeniden soruluyor olabilir; ama cevabı, o dönemin cesaretiyle çoktan verilmişti.
Peki, ya bugün?
Bugün sanat, büyük ölçüde pazar ilişkilerinin denetimine girmiş durumda. Sinema ve dizi sektörü, birkaç dijital platformun içerik politikaları doğrultusunda şekilleniyor. Ne anlatılacağına, nasıl ve kim tarafından anlatılacağına artık izleyici değil, algoritmalar ve yatırım raporları karar veriyor.
Fonlar politik ölçütlerle dağıtılıyor; festivaller, sponsor onayı olmadan hiçbir hikâyeye alan açmıyor. Oyuncular sosyal medya performansına göre seçiliyor, senaryolar algoritmalara uygun şekilde kurgulanıyor, yönetmenler proje dosyalarına “toplumsal risk analizi” eklemek zorunda kalıyor. Bağımsız üretim, teknik olarak değil; doğrudan ekonomik ve ideolojik baskılarla imkânsızlaştırılıyor. Her fikir, önce pazarlanabilirlik filtresinden, ardından görünmez bir sansür eşiğinden geçirilerek ayıklanıyor.
Bu yapının içinde, açık bir politik tutum alan sanatçılar sistemin dışına itilmekte gecikmiyor.
Bir oyuncu, bir yönetmen, bir senarist ya da müzisyen—kim olursa olsun, eğer iktidarın veya sermayedarların hoşuna gitmeyecek bir cümle kurarsa; yalnızca sözünü değil, mesleki alanını da kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyor. Projelerden eleniyor, fonlardan dışlanıyor, festivallerde yer bulamıyor. Hiçbir yasak bildirilmiyor ama herkes neyin “fazla geldiğini” artık sezgisel olarak biliyor. Böyle bir sektörde konuşmak, yalnızca etik değil; aynı zamanda mesleki bir bedel anlamına geliyor..
Ama mesele tam da burada başlıyor.
Çünkü bu sessizlik, yalnızca bir tercih değil; giderek sistemin parçası hâline gelen bir konfor hâli. Elbette, bu düzende ayakta kalmak kolay değil. Fonlar sınırlı, alanlar daraltılmış, görünürlük pazara bağlı. İktisadi kaygılarınızı anlamak zor değil. Kimse sizden kahramanlık beklemiyor, kimse sizden bir politik önder olmanızı da istemiyor. Ama bugün sokaklarda on beş yaşındaki çocuklar, adını bilmediğiniz liselerden çıkan gençler, korkmadan ses veriyor. Gözaltına alınmayı, geleceğini kaybetmeyi, ailesiyle ters düşmeyi göze alıyorlar. Onlar için bu bir tercih değil, bir varoluş meselesi.
Peki siz, tam da bu gençlerin sizi izlediği, sizden bir cümle, bir duruş beklediği anda ne yapıyorsunuz?
Siz sahne ışıklarının altında büyürken, çocuklar karanlıkta direniyor.
Siz bir projeyi kaybetmekten korkarken, onlar hayatlarını kaybetme pahasına konuşuyor.
Ve en önemlisi de bu sessizlik artık fark edilmiyor değil; bilerek, isteyerek unutulmuyor.
Gençler bunu görüyor ve en çok da bu yüzden öfkeleniyorlar.
Yine de her şeye rağmen suskunluğa teslim olmayan sanatçılar var.
Sözünden vazgeçmeyen, sansürlense de yazmaya devam eden yazarlar; sahnesi kapansa da oyununu sokakta sürdüren oyuncular; görünmez kılınsa da sesini geri çekmeyen müzisyenler hâlâ var. “Gözden düşmeyi”, yalnız bırakılmayı, işsiz kalmayı göze alarak konuşmaya devam ediyorlar. Ve karanlığa alışanlara karşı, hep var olacaklar. Çünkü bu sessizlik içinde hâlâ sesi olan sanatçılar, susmanın konforuna değil; konuşmanın bedeline razı olanlardır.
Diğer yandan, toplumun muhalif sandığı, ekranlarda sıkça görünen bazı isimlerin suskunluğu, bu dönemin, onların “sanatçı” değil; yalnızca “popüler bir ekran yüzü” olduğunu ortaya koyan bir turnusol işlevi gördü. Ve tüm bu sessizliğin ortasında, kutsal olanın alkışlanmak değil; onurlu bir yaşamı ve duruşu bedeliyle birlikte taşıyabilmek olduğu bir kez daha açıkça anlaşıldı.