Araştırma bulguları ana akıma hitap edecek şekilde basitleştirilirken bazı şeyler çeviride kayboluyor.
Biz moleküler biyologlar dergilerde yazılan veya televizyonda flaş haber olarak verilen yeni bir ‘kansere çare bulundu’ haberi çıktığında gülüp geçiyoruz. Bilimsel araştırma bazılarına sıkıcı gelebilir. Ayrıca bilimsel dergilerde yayımlanan yazıların gerek içeriğinde kullanılan jargonlar gerekse fahiş fiyatları sebebiyle kamuoyuna ulaşmada oldukça yetersiz olduğu aşikar. Bazen bu sebepler öne sürülerek bilimsel araştırma hikayelerini ilgi çekici kılmak için izlenilen yol; araştırma bulgularını renklendirmek, basitleştirmek, aşırı tahmin edilir hale getirmek veya çarpıtmak bile olabiliyor.
Ben her hafta yeni bir ‘kansere çare bulundu’ haberine rastlıyorum. Sadece haber şirketlerinin belirlediği bilimsel standartlar çerçevesinde mesleğimi sürdürüyor olsaydım muhtemelen yalnızca doktora çalışmamda bile 57 yeni kanser ilacı keşfetmiştim.
Yayımlanan bu tür hikayeler insanları yok yere umutlandırmak dışında büyük bir tehlike arz etmiyor sanabiliriz. Fakat kemoterapi ilaçlarının piyasaya ulaşması seneler süren klinik testler, yapılan milyonlarca dolar harcamalar ve sayfalarca yasal belgenin onayıyla oluyor. Onaylanmamış veya doğruluğu ya kanıtlanmamış ya da belirsiz olan ürünlerin medya tarafından bu şekilde öne sürülmesi arafta bırakan bir durum.
Sağlıkla ilgili hiçbir karar, internette okunulan bir makale veya televizyonda izlenilen herhangi bir şeye dayandırılarak alınmamalıdır. Sağlığımızla ilgili her karar, bilimin teyit ettiği yöntemler gözetilerek verilmeli ve ana akım medyanın derleme haberleri gözetilmemelidir.
Geçtiğimiz günlerde BBC’nin yayımladığı “zayıflık genleri: zayıf kalmanın sırrı” isimli yazıda, zayıf veya kilolu olmanın büyük çoğunlukla genetik etmenlere dayandığından bahsediliyor. Hikaye, “bilim adamları neden bazı insanlar daha zayıfken diğerlerinin kolayca kilo aldığını keşfetti” diye başlıyor; fakat makaleyi daha detaylı incelediğinizde bunun doğru olmadığını görüyorsunuz. Aslında araştırmanın orijinali, genleri obezitenin nedeni olarak değil, kalıtsal faktörü olarak değerlendiriyor.
Bağlantı kurmak, nedensellik oluşturmak demek değildir.
Diyet, egzersiz yapmak, kilo kaybetmek ve vücut dengesiyle ilgili çok fazla yazı kaleme alıyorum. Obezite ve Tip 2 diyabete sebep olan moleküler mekanizmaları araştıran mitokondriyal biyoenerji laboratuvarında ise neredeyse iki sene çalıştım. Bunlara rağmen kendimi obezite genetiği hakkında sadece temel bilgiye sahipmişim gibi hissediyorum. Peki nasıl oluyor da bir gazeteci veya editör insanın gen dizilerini araştıran çalışmaların analizini yapma konusunda kendilerini yeterli hissedebiliyor? Amaçları okuyucuyu eğitmek değil, sadece ilgisini çekmek olsa gerek.
Bilim gazeteciliğinde “bilim adamları diyor ki” veya “araştırmacıların bulgularına göre” kalıpları çok kullanılarak, aslında var olmayan kanılar yaratılabiliyor. İnsanlar bu tür alanlarda bilim adamlarına, doktorlara ve de alanla ilgili eğitim almış gerçek profesyonellere güvenme eğiliminde olurlar. Bu sebeple bir hikayenin bilim adamının ağzından çıkanlarla oluşturulması, hikayeyi daha fazla talep edilir kılar.
Her ne kadar bilimsel haberlerin ana akım medyadan daha farklı bir portalda aktarılmasını daha doğru bulsam da insanların sağlık alanındaki bilimsel araştırmalar konusunda bilgilenmesini sağlayabilecek herhangi bir platforma gereksinimi olduğu kesin. Bilim gazeteciliği, defalarca yayımlanmış araştırmaların yeniden gündeme getirilip, farklı şekilde pazarlanmasını sağlar. Kamuoyunun bilime ilgi duyması umut verici görünse bile bu sadece medyanın bilimsel haberleri araç olarak kullanmasından ibaret.
PLOS Genetics’te yayımlanan bir makaleden yararlanılarak oluşturulan BBC makalesi yayımlanan bulguları “gittikçe artan obezojenik çevredeki obezite sorununun çözümüne katkı sağlayabilecek değerli bir kaynak” olarak nitelendiriyor. Vücut ağırlığının “genetik mimarisini” incelediğimizde, “bağlantı ipucu” olduğu bir gerçek; fakat sorun şu ki: Bağlantı kurmak, nedensellik oluşturmak demek değildir.
Araştırmacılar, bütün vücut şekillerini temsil eden binlerce insanın genetik şifresini incelediler. Bu araştırma, obez bireyler ve “sağlıklı ve zayıf” insanlar dışında kalan, normal vücut ağırlıklarına sahip olan insanları da içeriyor.
Bu çalışmadaki en önemli bulgu, nasıl bazı genlerin doğuştan zayıf insanlar arasında yaygınsa bazılarının ise aşırı kilolu ve obez insanlar arasında yaygın olduğunu göstermesidir. Bu sonuçlara dayanarak denebilir ki; genetik şifre, zayıf veya kilolu olma olasılıklarını istatistiksel olarak açıklayabilir.
Tabii ki genlerimiz bizi zayıf veya kilolu yapmaz. Bireyin eylemleri ve de fizyolojik faktörler de sonuca dair oldukça önemli bir etmenlerdir. Şunu diyebiliriz ki bazı insanlar ince kalmayı genetik faktörlerinden ötürü, diğerlerinden daha kolay başarabilirler.
Bu, bir yandan bronzlaşmak gibidir. Her nasıl ki açık tenli olan insan grubunun bronzlaşmak için güneşin altında daha fazla kalması gerekliyse, bazılarına güneşin altında geçirdikleri 30 dakika bile bronz bir tene sahip olmak için yetecektir. Genetik yapı, vücudun ne kadar süre içerisinde melanin pigmenti salgıladığının belirleyicisidir; fakat genetik yapı cildin bronzlaşmasında etkili değildir, UV ışınlarına ne kadar maruz kalındığı bu konuda etken olur.
Bilim gazeteciliği insanların eylemlerinin sağlıkları üzerinde daha az etkili olduğunu düşündürecek tehlikeli bir trend yaratıyor.
Dünyada obezitenin artışındaki temel neden, hareketi aza indirgeyen hayat döngüsü ve yeme alışkanlıklarının değişmesinin sonucudur. Genlerin obezitedeki temel faktör olduğu iddiası nüfus bazında incelendiğinde bilimsel olarak geçerli değildir. Şüphesiz ki genetik yapı, bireylerin sağlığı üzerinde etkilidir; fakat bunun yanı sıra diyet yapmak ve fiziksel aktivitenin obeziteyle baş etmede destek olabileceğine dair oldukça güçlü bilimsel ve klinik kanıtlar vardır. Bu her ne kadar ilgi çekici bir haber konusu gibi gözükmese de gazeteciler, haber yaparken değişen yaşam tarzlarının, küresel sağlık üzerindeki etkilerine odaklanmalıdırlar.
Bilim gazeteciliği, insanların eylemlerinin sağlıkları üzerinde daha az etkili olduğunu düşündürecek tehlikeli bir trend yaratıyor. Bu yöntemin okuyucunun ilgisini çekmesinin nedeni ise insanların sebebi kendileri dışında arama eğiliminde olmalarındandır; ancak obeziteyle ilintili olan sağlık sorunlarıyla baş etmemizin yolu, kendi sağlığımızdan sorumlu olduğumuzu, bunun da hem bireysel hem de toplumsal seçimlerimizle alakalı olduğunu kabul etmemizden geçer. İçinde yaşadığımız toplum destekleyici olanaklar oluşturmaktan, biz ise bize sunulan kaynakları doğru şekilde seçmekten mesulüz.
Küresel bazda artan obezite oranları, sistemsel bir başarısızlığın sonucudur. Küresel anlamda toplumların hatalı kabul edilmesi, bireylerin suçlanmasından daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Obezojenik bir çevrede yaşadığımız aşikar. Bahsedilen destekleyici olanaklar yaratılması:
1) Diyet ve egzersiz konularında verilen eğitimin iyileştirilmesiyle daha bilinçli kararlar vermemizi sağlamak.
2) Kendi sağlığımızla ilgili kararları daha özgür bir şekilde alabileceğimiz çalışma ortamlarına sahip olmamız.
3) Sağlığımızla ilgili dayatılandan farklı adımlar atmamızı engelleyen kurumsal politikaların gözden geçirilmesi gibi sağlıklı hayat tarzlarına önayak olan adımlarla gerçekleşebilir.
Toplumun bize daha sağlıklı hayat tarzlarını seçmede farklı olanaklar sağlamakla mesul olmasının yanı sıra biz, bireyler olarak, kendi kişisel seçimlerimizden sorumluyuz.
Dünyaca kabul görmüş haber kuruluşları, bireylerin eylemlerinin sağlıkları üzerinde etkisi olmadığını öne sürecek şekilde haber yaptıklarında bu sadece yanıltıcı değil, aynı zamanda tehlikelidir de. Bu tür haberler, kişisel anlamda alınabilecek önlemleri önemsizleştirerek, bireylerin seçimleriyle daha destekleyici olanaklara katkı sağlayabileceklerini yadsır. Bu durum ise hiçbir şey yaratmasa bile çaresizlik hissi yaratır.
Medium.com’daki İngilizce orijinalinden Ceren Baskı tarafından Kroniko.org için çevrilmiştir.