Türkiye’de baskın olan muhalefet geleneğinin eleştiri aklı, Ayasofya meselesini okurken birkaç klasik çizgide seyretti. Ağır basan söylemler; iktidarın ve iktidar destekçilerinin cehaleti, aynı güruhun kültür ve tarih düşmanlığı veya bu projenin henüz nasıl olacağı anlaşılmamış bir biçimde rant getireceği üzerine kuruluydu. İlk bakışta tepkisel gelen, ‘istedikleri gibi at koşturuyorlar, iyice arsızlaştılar artık’ ile başlayıp benzeri çeşitli veryansınla özetlenebilecek tespit ise basitliğinin altında göründüğünden daha derin bir tahlil vaat ediyor, o da şu: Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ancak bir muktedirin tahakkümünü tekrar gözler önüne serdiği bir pratik olarak anlaşılmalıdır; aksi halde, yani mevzu politik değil estetik olarak ele alınırsa durum, duyarlı vatandaşların güzel bir anıtın yitişine duydukları zemini belirsiz hüzün ve bu kayba yakılan ağıttan ibaret kalmaya mahkumdur. Velhasıl mesele esasen bir hegemonya sorunudur.
Ayasofya’nın Kısa Tarihi
Günümüz Ayasofya’sının (Hagia Sophia) temel yapısı olan Üçüncü Ayasofya Kilisesi, Bizans (Doğu Roma) İmparatoru I. Justinianus döneminde inşa edilmiştir. İlki 360 yılında olmak üzere, inşa edildiği bölgeye kendisinden önce iki defa daha kilise yapılmıştır. 1453’te Konstantiniyye’nin Osmanlılar tarafından fethinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar cami olarak kullanılan Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra 1934 yılında müzeye çevrilmiştir. Rum Ortodoks Kilisesi, Müslüman Camii ve seküler bir devletin müzesi olarak kullanılmış olan Ayasofya, Roman Katolik (Latin) Kilisesi olarak da kısa bir süre hizmet etmiştir. Dahası, 360 yılında ilk inşasından önce de Ayasofya’nın olduğu bölgede bir Pagan ibadethanesinin yer aldığı söylenir.
Ayasofya Neyin, Kimlerin Temsilcisi?
Ayasofya’nın tarihi hep büyük büyük meta değerlerin ve dinlerin tarihi olarak görülüyor; bir dönemin ‘Hristiyanlık’ temsili, bir dönemin ‘Müslümanlık’ temsili, şimdininse yitip giden ‘laiklik’ temsili. Hâlbuki yapısının henüz bugünkü kadar haşmetli olmadığı bir dönemde aristokrat ve esnaflardan oluşan bir grup isyancı Ayasofya’yı, artık kendilerine fayda etmediğini düşündükleri bir iktidarın vücut bulmuş hâli olarak görmüşlerdi.
Yüksek vergiler, memurların işlediği yolsuzluklar, Justinianus ve eşi Theodora’nın soylarından ve aristokrat olmayışlarından kaynaklanan meşruiyet sorunu gibi çeşitli nedenlerle Nika Ayaklanması vukuu bulur ve isyancılar İkinci Ayasofya’yı yerle yeksan ederler. Zira Ayasofya ekseriyetle Bizans İmparatorluğu’nun Konstantinniye’deki ana kilisesi işlevini görmektedir, pek çok hükümdarın taç giymesine mesken olmuştur; ancak son taç giyenin hükmü artık isyancılar tarafından tanınmamaktadır.
Nika Ayaklanması kayıtlara, Konstantiniyye’nin gördüğü en büyük ayaklanmalardan biri olarak geçer. Hipodromda başlayan ayaklanma, Justinianus’un yaklaşık 30.000 isyancıyı yine hipodromda katletmesiyle son bulur. Justinianus neredeyse yarısı yanıp yıkılan şehri ve Ayasofya’yı tekrar inşa eder, gücünü sağlamlaştırır. Yeni kurulan Ayasofya (üçüncüsü) daha önce de belirttiğimiz gibi bugünkü yapının belkemiğidir.
Ayasofya Camii Eleştirisini Estetik Kaygı veya İnsanlık Mirası Kavramı Üzerinden Yürütmek
Nika Ayaklanması’nda İkinci Ayasofya’nın yok edilmesi veya daha genel bir tartışma olarak bir isyan sırasında, kendisine karşı protesto edilen düzene dair sembollerin harap edilmesi konusu hâlâ güncelliğini koruyor. Ayasofya Müzesi’nin cami olarak kullanıma açılmasının verdiği kaygı, salt estetik bir kaygıysa bunun politik mânâda güçsüz bir karşı çıkışla sonuçlanıp hemen sönümleneceğini söyleyebiliriz; çünkü estetik güzellik özneldir ve buradan bir argüman yaratmak muhalefete geniş bir mücadele alanı açamaz. Keza Hasankeyf’in başına getirilenler de salt estetik bir kaygı yaratıp ağıtlar yakmamıza sebep oluyorsa vay halimize. Burada argüman, Ayasofya’nın mozaiklerine ne olacağının önemsiz olduğu değil. Hasankeyf tahribatının veya İshakpaşa Sarayı ‘restorasyon’unun sarayı garabete çevirişinin insana verdiği üzüntü de yadsınacak gibi değil; lakin bunları politik olarak alâkalı kılmak gerektiğini ve yapılanları basitçe bir ‘cehalet’, ‘tarih düşmanlığı’ gibi okumanın yanlış bir okuma olduğunu savunuyorum.
Sanki burada mesele akil olarak ancak iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi, muktedir olan hegemonyasını pekiştirmek için hamleye ihtiyaç duyuyordur ve kuvveti yerinde olduğu için muhalifi umursamaz. İkincisi, muktedir olan gücünü bir şeyi yalnızca yapabildiğini göstermek için, aslında yapmaya ihtiyacı olmasa da yapar. Türkiye’nin güncel durumunda mesele daha ziyade ikincisi gibi duruyor. Burjuvanın satın aldığı şeylere ihtiyacı olmamasına benziyor bu. Mesele ‘ihtiyaç’ ile açıklanamayacak kadar başka. Burjuvanın bir meta almak için ihtiyacı olduğuna inanmasına bile gerek yoktur, almak istiyordur ve alır; aynı muktedirin yapmak isteyip de yapması gibi.
Bir Hegemonya Pekiştiren Olarak Ayasofya Camii
“Ayasofya, İstanbul’un Osmanlılarca fethinin bir simgesi olarak da anlamlandırılmıştır. Bir siyasi güç simgesidir, dolayısı ile siyasi dönüşüm dönemlerinde Ayasofya’yı yeni hâkimin mülkü olarak sahiplenmek, yeni statüsünün işaretlerini anıta yerleştirmek Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir pratik olmuştur.” (Kafesçioğlu 2014) Burada bir yurttaşı düşündürmesi gereken, Ayasofya’nın cami olarak kullanılmasıyla ilgili tepkisini nereden kurduğu sorusuna vereceği cevap olmalıdır. Sorun basitçe bir estetik sorun ve mozaiklere ne olacağı meselesi midir yoksa iktidardakilerin istedikleri gibi at koşturması mıdır aslen? Salt estetik kaygı, diğer türlü eylemlerin meşruiyetini elinden alır. Güzel olanın yok edilmemesi gerektiği, güzel olanın korunması gerektiği fikri, inşa edilen plazalar olur da gözümüze güzel görünürse gökyüzünü kapatmalarına katlanmamız uğruna da olsa onları yıkamayacağımız anlamına gelir.
Ayasofya meselesindeyse sırf bir formun tahribatı ve o formun geleceğinin belirsizliği değildir mesele. Mesele bugün bir müzenin cami olarak kullanılmasının başka nelere cevaz verdiği veya nelere cevaz vermediği ve bunların kriterleridir. Belki biraz da komplo teorilerine kayarak, eski sarayların da bazı insanlara ev olarak açılıp açılmayacağının sorusunu akıllarda oluşturmasıdır veya İslam alemi için manevi değeri olmayan ancak ibadete açık da olmayan eski Rum kiliselerinin ibadete açılmayışında zuhur eden, ezenin (AKP hükûmeti) ezilene (bu örnekte Hristiyan topluluklar) uyguladığı zulûmdür.
Estetik kaygı ancak politik bir kaygıyla birleştiğinde değişim yaratma olasılığını içinde taşır. Ayasofya’ya bugün yakılan ağıt, kötü ellere düşmüş kıymetli bir vazoya yakılacak ağıtla bir olmamalıdır. Politik bir hamleye verilmesi gereken cevap salt duygusal olamaz. Ayasofya’nın akıbetinde bugün yok sayılan ve ezilen kültürlerin de sözü olması gerektiğini savunanlara katılmamak, yapılan adaletsizliğin öfkesini hissetmemek ne mümkün? Ancak bu tavır güzel tarihi binaya duyulan sevda olmaktan ötesine geçip de meseleyi tarihsel ve politik önemi içinde değerlendirmeye evrilmezse, kendini bir gün zulmedenlerinin saraylarının yıkılmamasını savunurken dahi bulabilir insan.
Kaynakça
Kafesçioğlu, Çiğdem. İstanbul’un Tarihi ve Ayasofya, Toplumsal Tarih Dergisi Sayı 241, Tarih Vakfı Yayınları, 2014.
Fordham University, Medieval Sourcebook, URL: https://sourcebooks.fordham.edu/source/procop-wars1.asp