AKP iktidarı Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarmaya hazırlanırken gündeme her gün bir başka kadına yönelik şiddet vakası düşüyor. 2020’in ilk yarısında bilinen 119 kadın cinayeti işlendi. 2019’da ise kadın cinayetlerinde son on yılın en yüksek sayısına ulaşıldı. Kadına yönelik şiddet, siyasetçilerin kadın-erkek eşitliğini ve özgürlükleri hedef alan söylemleri ile paralel yükseliyor. Yöneticiler ise şiddete nasıl son vereceğimizi değil kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmayı tartışıyor. Süreci, Avukat Sevinç Hocaoğulları ile konuştuk.
Bildiğiniz gibi iktidar son dönemde İstanbul Sözleşmesi’ni hedef almış durumda. Hem geçmişte sözleşmeyi imzalayan hem de bugün kaldırılması için gündem yaratmaya çalışan bir iktidardan bahsediyoruz. Bugün anlaşmadan neden çıkmak istiyor, zamanında neden imzaladı ve sözleşme imzalandığından bu yana Türkiye’de neleri değiştirdi?
Sözleşmenin imzalanması 2011, yürürlüğe girmesi 2014. İmzalandığından beri neler olduğuna bakacak olursak, İstanbul Sözleşmesi kapsamındaki en etkili düzenleme 6284 sayılı kanun oldu. Doğrudan İstanbul Sözleşmesi’ni esas alan bir düzenleme. Türkiye’de kadına yönelik şiddet artıyor, bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’nin dört temel işlevi; bir şiddeti önleme, iki faili cezalandırma, üç mağduru koruma, son olarak da tüm şiddeti ortadan kaldıracak bütüncül politikalar üretmek daha da önem kazanıyor. 6284 sayılı kanun bu konuda oldukça ayrıntılı düzenlemeler içermektedir. Aslında 6284 gerektiği gibi uygulanacak olsa yeterince koruyucu ve önleyici tedbirleri var, yani yeterli düzenlemeleri içeriyor. Sözleşme imzalandıktan sonra 6284 sayılı kanun yasalaştı, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri kuruldu. Bu süreçte kadın hareketleri şiddetin önlenmesine yönelik taleplerini hiç gündemden düşürmediler çünkü bir yandan bunlar olurken bir yandan da iktidarın İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı şekilde “kadın erkek eşit değildir” açıklamaları vardı. Yani tam da sözleşmenin temel aldığı, şiddetin önlenmesi için kadın erkek eşitliğinin sağlanması, şiddetin kaynağının toplumsal cinsiyet temelli algılanmasına dair temel yükümlülüklerini ihlal eden paralel bir süreç oldu. Yani sözleşmenin 2014’te yürürlüğe girdiğini düşünürsek, buna paralel olarak kadın haklarına yönelik saldırılar, kadın erkek eşitliğine yönelik olumsuz söylemler de aynı zamanda gelişti. İstanbul Sözleşmesi kapsamında atılan adımlar oldu ama bir yandan da şiddeti körükleyen politikalar eş zamanlı uygulanmaya başlandı.
Yani bir yandan sözleşmenin hükümleri kısmen yerine getirilirken bir yandan da AKP sözleşmenin ana fikrine cepheden karşı bir toplum mühendisliği kurguluyordu. Mesela sözleşme birçok kurumun devlet bünyesinde inşasını öngörüyor. STK’ların, kadın örgütlerinin muhatap alındığı, devlet kurumlarıyla koordineli çalıştığı yapılar istiyor sözleşme. Durum böyleyken bunlar yapılabildi mi?
Şiddetin temelindeki kadın erkek eşitsizliğini, şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını belirten bir sözleşme var elimizde. Bunu esas aldığımız zaman kurumlar arası koordinasyonun hem kamu hem de az önce söylediğiniz gibi kadın örgütleri ile paralel yürütülmesine dair yükümlülükler getiriyor imzacı devletlere. Ayrıca kadına şiddeti önleme ve mağduru koruyacak mekanizmalar yaratılmasından bahsediyor. Baştan söyleyelim: Kamu kurumları arasında şiddeti önleyecek bütüncül politikalar yürütülmüyor. Örnek olarak, MEB’de dönem dönem gündeme gelen öğrenci kitapları meselesi var. Kitaplarda toplumsal cinsiyet kalıplarını besleyen, kadını sürekli ev içinde, erkeği eve para getiren figürler olarak gösteren anlatımlar var. Kadınların çalışma hayatına katılması, kadınların ekonomik özgürlüklerinin sağlanması, şiddetin önlenmesinin ana araçlarından biri olacaktır çünkü kadınların şiddete tahammül etmesinin, katlanmasının temel gerekçesi bağımsız olarak yaşama imkanından yoksun kılınmış olmalarıdır. Yargı alanında da asla farklı değil bu durum. Baktığımızda, yargının kadına yönelik şiddet davalarında, kadın cinayeti davalarında tavrının raporlanması ya da İçişleri Bakanlığı ile koordineli bir çalışma yürütülmesi gerekiyor ama bu yok. Bir ikincisi, şiddeti önlemenin temel yollarından biri kadınların şiddete maruz kaldıklarında ya da maruz kalma ihtimalleri olduğunda ulaşabilecekleri kanalların açık ve yaygın olmasıdır. Bugün pandemi sürecinde bunun krizini çok net bir biçimde yaşadık. Kadın sığınma evleri ve Çalışma Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yetersiz. Belediyelerin, yasal zorunluluğu olan belediyelerin üzerinde bir yaptırım uygulanmadığından belediyelerin sığınma evleri de yetersiz. Kadın örgütlerinin, kadınlara yönelik mücadele yürüten örgütlerin yürüttüğü mücadeleler özellikle kayyumlar tarafından sekteye uğratılıyor. Devlet hem kendisi kadınların şiddete uğradıklarında ulaşacakları kanalları, sığınma evi gibi yerleri arttırmıyor ve hukuki danışmanlık imkanlarını yeterince sağlayamıyor hem de bu alana yönelik çalışma yürüten kadın örgütlerine yönelik olumsuz bir tavır sergiliyor. Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri oluşturuldu fakat bunlar da yetersiz kalıyorlar bu süreçte. Yine İstanbul Sözleşmesi’nde en temel olan maddelerden biri Cinsel Şiddet Mağdurları için bir kriz merkezi oluşturulmasıdır. Bugün özellikle cinsel şiddete maruz kalan kadınların ve çocukların şikâyet sürecine girildiğinde ikincil travmaları tetiklemeye müsait, mağdur merkezli bir yaklaşımdan uzak uygulamalara maruz kaldıklarını görüyoruz. GREVIO raporunda da tespit edilen konular bunlar. Gerekli mekanizmaların yaratılmadığını söyleyebiliriz.
Yargı sürecinde, aile mahkemelerinin tavrında olumlu yönde bir gelişme görebildik mi peki 2014 sonrasında? Birçok avukatın duruşmalarda İstanbul Sözleşmesi’nden bahsettiklerinde sorun yaşadıklarını biliyoruz.
Bakanlık birtakım eğitimler veriyor ama sembolik diyebiliriz. İstanbul Sözleşmesi’nin temel mantığından çok hoşnut değiller genel olarak. Örneğin takip ettiğimiz bir öldürmeye teşebbüs dosyası var şu sıra. İstanbul Sözleşmesi’ne baktığımızda, mağdurun durumunun ağırlaştırıcı neden sayılmasına ilişkin hükümler var, engelli bir kadına torunun gözü önünde şiddet uygulamış, yani çocuğun tanıklığında; kadınlar çocuklarının önünde şiddete maruz kaldıysa ağırlaştırıcı neden oluyor. Biz bunu tartışmaya çalıştığımızda ‘ne alakası var, ne gereği var, bunu niye söylüyorsunuz?’ gibi tepkilerle karşılaşıyoruz çünkü onlar için asla önemli bir unsur değil. Tabii bilmemeleriyle de alakalı. Bunu zapta geçirmek bile mesele olabiliyor. Biz kadın örgütleri olarak kadına yönelik şiddet davalarına katılmak istediğimizde, sözleşmeyi kendimize dayanak yapıyoruz. Barolar da bunu talep ederlerken hem avukatlık kanununa hem İstanbul Sözleşmesi’ne atıf yapıyorlar. Çok kısa bir dönem mahkemelerin kadın örgütlerinin davalara katılma taleplerini kabul kararları oldu ama ne yazık ki bunda da Yargıtay bozma kararları vermeye başladı, yani İstanbul Sözleşmesine çok etkin bir şekilde uygun yargılamalar yürütüldüğünü söyleyemeyiz.
Sözleşmeye göre ağırlaştırıcı olan koşullar bizim mahkemelerimizde hafifletici neden sayılıyor, cezai indirime gidiliyor hatta.
O ikiliği henüz aşamadık. Türkiye Değerlendirme Raporu’nda da var; hala iyi hal indirimi ya da tahrik indirimi gibi, erkeklik savunmalarının indirim gerekçesi olabildiğini görüyoruz. Mahkemeler bunları uyguluyorlar. Göz önünde olan, kadın örgütlerince takip edilen, kamuoyunun gündeminde olan davalarda kısmen bunu engelleyebiliyoruz ama ne yazık ki şiddet davaları çok yaygın ve bu ısrarlı takipten dijital şiddete kadar şiddetin birçok çeşidi olduğu için bunların hepsine yetişemiyoruz. Mahkemeler de dava göz önünde değilse sözleşmeyi esas alarak bir yargılama yapmıyor. Soruyla bağlantılı olarak şöyle bir sorun var; İstanbul Sözleşmesi kapsamında şiddet verilerinin raporlanması gerekiyor ya da yargının, kadına yönelik şiddet davalarında aldığı kararların ve uygulamanın da takip edilmesi gerekiyor. Bizim gibi kadın örgütlerinin yaptığı tespitlere göre bunlar uygulanmıyor diyebiliriz çünkü devlet raporlama konusundaki temel yükümlülüğünü de yerine getirmiyor. Bu konuda yargıdaki gelişmeleri takip edebileceğimiz raporlara sahip değiliz, tıpkı şiddet konusunda devletin verilerinin sağlıklı olmaması gibi. Bu da bence ayrıca bir ihlal konusu.
Bir de şikâyete bağlı olan, şikâyet geri çekildiğinde ya da ifade değiştirildiğinde düşen davalar meselesi var. Sözleşmede bununla ilgili de bir madde var.
İstanbul Sözleşmesinin, belirli şiddet türleri ile ilgili soruşturma ve kovuşturmaların mağdurun şikayetine bağlı olmadan yürütülmesi veya mağdurun şikayetini geri çekmesi durumunda dahi devam edebilmesinin temin edilmesine dair maddesi de uygulanmayan maddelerden biri. Şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, şiddet çok yaygın ve şiddetin önlenmesi tek başına ceza politikasıyla mümkün değil. Onun için bütüncül politikalardan bahsediyoruz. Bir kadın şiddete maruz kaldığında ve gidip şikayetçi olduğunda, o kişinin bir şekilde dışarı çıkacağını düşünüyor. Bunun adına cezasızlık politikası diyoruz. Fail de böyle düşünüyor; “ben bir şekilde dışarıya çıkacağım”. Kadın çoğu zaman ekonomik bir bağımlılık ilişkisi içinde de oluyor. Devlet barınma desteğini, ekonomik desteği sağlamıyor. Bu gerekçelerle çekilmiş şikâyetin de rıza ile çekildiğini düşünemeyiz, bir zor var yine. İstanbul Sözleşmesi bunu engellemeye çalışıyor. Oysa çocuk istismarı, cinsel saldırı dosyalarında dahi, şikâyet çekildikten sonra uygulamadaki dosyalar hızlıca kapatılıyor. Etkili bir soruşturma yürütülmeden kapanan her dosya şiddetin arttığı koşulları yaratıyor. Dosyalar kapanıyor, kadınlar kendilerini güvende hissetmiyor, bu hüküm uygulanmıyor, sen şikayetçi değilsen yapılacak bir şey yok deniyor. Aslında şiddet mağduru kadın şikayetçi olmasa ve tedbir talep etmese bile, gerekli tedbirlerin alınması ve soruşturmanın etkili şekilde yürütülmesi gerekiyor.
Bu sözleşmede bir de fail için bazı koşullar var; failin eğitimi, cezanın ıslah edici fonksiyonunun ön plana çıkarılmaya çalışıldığından falan bahsediyor. Cinsel saldırı suçlarının failleri de dahil. Bu konuda bir uygulama var mı Türkiye’de?
Sizin de belirttiğiniz gibi İstanbul Sözleşmesi’nde şiddeti önleme amacıyla “önleyici müdahale ve tedavi” programlarının oluşturulmasına dair tedbirlerin alınması da düzenlenmekte. Daha önce bahsettiğim üzere 6284 sayılı Kanun kapsamında Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri oluşturuldu. Şiddetin önlenmesi ve verilen tedbir kararlarının etkin olarak uygulanmasının izlenmesi bakımından faile verilecek destek hizmetleri yasada düzenlendi. Bu eğitimle destek hizmetlerinin sağlanması ile birlikte failin yine sözleşme ve yasa kapsamında izlenmesi ve kontrol altında tutulması gerekiyor. Mesela fail koruma tedbirini ihlal etti. O ihlalin yaptırıma tabi tutulması gerekiyor. Failin kendisini denetim altında hissetmesi gerekiyor. Bağımlıysa tedavi edilmesi, psikolojik destek alması gerekiyor. Eğitim koşullarının sağlanması gerekiyor. Failin şunu bilmesi lazım: Bir, kendimi iyileştirmeliyim; eğitim, psikolojik destek ya da gerekirse belli merkezlerde tedavi altına alınmak gibi. İki, bunu bir daha yaparsam bunun da yaptırımı var. Şimdi ikisi de olmuyor ve hakkında, aleyhinde koruma tedbiri verilen bir faile ihlal ettiğinde bir yaptırım uygulanmıyor. Sistem o kadar bozuk işliyor ki, aleyhine tedbir kararı verilen kişiye tebligat yapılamaması, tedbirlerin gerektiği gibi uygulanmamasının gerekçesi oluyor. Yani pratikte hakkında tedbir kararı verilen kişi bunu ihlal ettiğinde bir yaptırıma tabi tutulmuyor. Bu tabii ki faili rahatlatan bir durum. Bunun yanı sıra eğitim, ıslah ya da bağımlılar için alınan tedbirlerin de takibi yapılmıyor.
Cezalandırılan kişiler açısından infaz politikaları yetersiz. Pandemi sürecinde kadınlar çok tartıştılar. İnfaz kanununda değişiklik oldu. Kadına yönelik şiddet faillerinin de kısmen cezasızlığını getiren bir düzenlemeydi bu. Yani o bütünlüklü politika, infaz ve eğitim gibi konularda da gerçekleşmiyor. Mesele de zaten o. Birine ceza vermenin tek başına hiçbir caydırıcılığı yok. Birisini öldürmüş mesela, ceza verdik, tamam, 15 sene. Ancak failin cezaevine davul zurnalarla uğurlandığını biliyoruz. O mantık kendisini yeniden üretiyor böylece. O ceza tek başına bir şey sağlamış olmuyor.
Türkiye sözleşmeyi imzalamış, onaylamış, zoraki de olsa bazı maddeleri uygulamış ama bir de sözleşmeyi hiç onaylamayan devletler ya da sözleşmeden çıkan devletler var. Hepsinde de aşağı yukarı aynı gerekçeleri görüyoruz; aile yapısını bozuyor, LGBTİ’nin önünü açıyor. Aslında iktidar partisinin tabanından böyle bir talep geldiğini görmüyoruz. Bizim aile yapımız bozuldu diye tepki gösteren, sözleşmeden çıkılsın diye sokaklara dökülen insanlar yok. Yani AKP tabanı ya da diğer muhafazakâr kesimler bunu tartışmıyor. Peki sözleşmeyi uygulamamak veya sözleşmeden çıkmakla alakalı temel mesele nedir?
Doğru, evet. Bu biraz şununla alakalı, AKP iktidarı çok özgün bir yapı. Türkiye’deki bütün gericilik biçimlerini, kadın düşmanlığını, LGBTİ düşmanlığını, Kürt düşmanlığını, azınlık düşmanlığını barındıran, sürekli düşmanlıklar üzerinden kendini var eden bir iktidardan bahsediyoruz. İktidar bu karşıtlıkları büyütme, derinleştirme çabası içerisinde. Birçok araştırma, AKP tabanının sözleşmeden çıkılmasını istemediğini söylüyor. Bir ara müftülere resmi nikah kıyılması yetkisi verilmesi tartışılırken de aynı şey olmuştu. Kadınlar kadın gibi düşünüyorlar. Bu sözleşmeye, yok aileyi bozuyor falan diye bakmıyorlar aksine beni koruyor diye düşünüyorlar çünkü kadınlar, bazı yasal hakların, 6284 sayılı kanun da dahil, adını bilmeseler bile var olduğunu biliyorlar. “Hakkım var, bunu yapamazsın, bana şunu yapamazsın” karşı çıkışını dillendiriyorlar. Bugün iktidarın zor bir dönemden geçtiğini biliyoruz, aslında çok ciddi bir kriz içerisinde. Bu krizden çıkışını da belli düşmanlık kodları üreterek aradığını görüyoruz. Burada da aile, temel birleştirici ve iktidarın asıl kurulduğu yer olarak karşımıza çıkıyor. “Aileye yönelik bir saldırı bu” deniliyor. İktidarın kadınları şiddetle denetleme çabasının gerekçelerinden biri de, kadınların iktidarı sarsacak bir güç olarak, alanı asla terk etmeyen, her alanda ama daha çok şiddete karşı talepleriyle sokağı boş bırakmayan, OHAL’de bile bunu devam ettirebilen, kimsenin sokağa çıkamadığı dönemlerde bile talepkâr olan siyasetini bastırma isteğidir. Mesela OHAL’den önce eğitim politikalarını hedef alan, “feminist müfredat istiyoruz” sloganlarını hatırlıyorum. Hareket “biz yaşamı değiştireceğiz” iddiasına sahip. Onun karşısında da kendini gericilik biçimleriyle saflaştırmaya, kendi safını sağlam tutmaya çalışan bir iktidar var. Tıpkı Ayasofya meselesi gibi, öyle bir gündemimiz de yoktu bizim, ama bunu getirdi. Bunlar öylesine gündem değiştirmek için getirilen şeyler değil aslında çünkü rejim bu ve kadın düşmanlığı ile bir rejim inşa edilmeye çalışılıyor. Yani İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma konusunu basitçe gündem değiştirme diye değerlendirmek mümkün değil. Bu düşmanlığı toplumun harcı olarak karmaya çalışıyorlar. Bugüne kadar iktidar, istihdam ve eğitim politikalarıyla, siyasetin hemen her alanını kadın düşmanlığı üzerinden kurdu ve besledi. Bu düşmanlık harcını karabilmek için İstanbul Sözleşmesi önlerinde bir engel çünkü kadınlar daha fazlasını istiyor. Belirleyicinin bu olduğunu düşünüyorum.
Barolar, Ayasofya, İstanbul Sözleşmesi… Suni gündemler sözü bir şey açıklamıyor. İktidarın temel eğiliminin de kadın düşmanlığı ya da azınlık düşmanlığı olduğunu atlamamak gerekiyor.
Aslında hepsi bütünleşik; kadını korumak, şiddeti engellemek için bütünleşik politikalar izlenmesi lazım deniyor, bu yapılmıyor, orası kesin ama baro gündemiyle İstanbul Sözleşmesi gündeminin çakışması çok sembolik bir yandan da. Hatta LGBTİ konusuyla da oldukça alakalı. Ankara Barosu’nun, diyanetin LGBTİ açıklamasının üzerine yaptığı açıklama ile avukatlık yasası yeniden gündeme getirildi. Kadın ve LGBT haklarını geriye çeken kampanyalar başlatıldı. Bütünsellik yaşamı korumak, kadın haklarını savunmak konusunda yok ama saldırı konusundaki varlığı kesin; kadınları sustur, İstanbul Sözleşmesi ile mi korunuyorlar o zaman sözleşmeden çıkalım. Biliyorsunuz kadına yönelik şiddet davaları da bugüne kadar kadın hareketinin özgün bir mücadele aracı oldu, davalar sürecinde hep temel taleplerimizi dile getirdik. O zaman avukatları etkisizleştirelim, baroları etkisizleştirelim oldu durum. Daha önce dediğim gibi bu tek bir gündem değil, bir harç karılmaya çalışılıyor. O harcın içinde eşitlik yok. O harçta kadın düşmanlığı var, LGBTİ düşmanlığı var. Ayrıca o harçta bugüne kadarki tüm gericilik biçimleri var. Çok bütünsel bir politika var. Bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’ni savunmanın önemi de artıyor. Bu sözleşmeye sadece kadınların ihtiyacı yok ki. Yani bu ülke eşitlik üzerinden değerlerini yeniden kazanacaksa, bu, toplumun ihtiyacı olan bir sözleşme. Kadınların, çocukların ihtiyacı olan ama aslında hepimizin ihtiyacı olan bir sözleşme. Türkiye açısından kadınlara karşı iç savaş niteliğini almış bir şiddetten bahsediyoruz. Kadın kırımı diye kavramsallaştırılıyor. Tam İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma tartışmaları yürütülürken aynı anda birden fazla kadın cinayeti haberiyle karşı karşıya geldik. Bu sözleşme kadınlar açısından son derece yaşamsal.
Düşük bir ihtimal bile olsa iktidar, pandemiden veya kadınların sokakta olmayışından yararlanarak sözleşmeden çıktı diyelim. Kadınları sonrasında ne bekliyor? Sözleşmeden çıkmış bir Türkiye kadınlara ne sunacak? Kısa vadede neler değişir?
Şöyle, bu tartışmalarının tamamı, imzayı geri çekmek de dahil buna benzer her tartışma sözleşmeden çıkılmasa dahi bir geri tavrı destekliyor. Pandemi sürecinde HSK’nın aldığı bir karar vardı ve çok önemliydi. Koruma tedbirleri kararı verirken sokağa çıkılamadığını da gözetin, yani aslında evden uzaklaştırma tedbiri vermeyin demeye getiren bir karar yayınladılar. O karar; bizim, “kadınları daha fazla koruyun, kadınlar şiddet gördükleri adamlarla aynı evlerde kalıyorlar” dediğimiz zaman bizim elimizi zayıflatmış oldu. Mesela kolluğa gittiniz, İstanbul Sözleşmesi diyorsunuz. Elinizde tartışmalı bir sözleşme var zaten, biz çıkacağız bundan denilen bir sözleşme ya da mahkemede bunu dile getiriyorsunuz ama zaten içeriğiyle beraber tartışmalı, aile düşmanı görülen, devletin temel yapısına zarar veren bir sözleşmeden bahsediyor oluyorsunuz. O anlamda çıkılmasa dahi zaten zorlaya zorlaya giden temel işleyiş bakımından olumsuz etkileri olduğunu, olacağını düşünüyorum. Olduğu durumda ne olur derseniz, ben açıkçası kadın hareketine güveniyorum çünkü biz kadınların geri adım atmayacak kadar yol aldığımızı düşünüyorum. Bunun hukuki mücadelesini veren kadın avukatların da, sokakta mücadelesini veren kadın örgütlerinin de ya da “Ben artık şiddete mahkum olmak istemiyorum” diyen kadınların da geri adım atmayacağını düşünüyorum. Pek çok kadın hayatıyla bedel ödedi. Pek çok kadının ya da çocuğun hayatı onarılamaz şekilde zedelendi. Bu yasalar mücadelenin ürünüdür. Türkiye’nin yasayı kabul etmesi, kadın mücadelesinin ürünüdür diye düşünüyorum. Kaldırılırsa öncelikle uygulamadaki güçlüklerle karşılaşacağız. 6284 sayılı kanun hala yürürlükte olacak ama İstanbul Sözleşmesi’ne dayanan yasanın altındaki tuğlalardan birisi çekilmiş olacak. Yani bizim de elimizdeki temel savunma araçlarından birisi gitmiş olacak. Bu nedenle haklarımızdan da hayatlarımızdan da taviz vermeyeceğiz.