Tarhananın ekşi kokusunu ne zaman alsam anneannemin köyden getirdiği mi yoksa başka bir yerden gelen bir tarhana mı olduğunu hemen anlardım. Tarhana parmak izi gibiydi. Her yörenin hatta her ailenin farklı bir tarhanası vardı. Kimisi içine ot katar, kimisi domates dahi koymazdı. Kurutup incecik kıtır kıtır hale getiren de vardı, top haline getiren de. Beni en çok cezbeden yanı ise onun adeta dilden dile yayılan bir şarkı gibi her coğrafyada olmasıydı. İster kuru kuru yensin, ister çorbası yapılsın; doğudan batıya her evin bir köşesinde açlığı bastırmak için biraz tarhanası olurdu. Bana böylesine tanıdık gelen ve içimi ısıtan bu yemeğin herkes için benzer anlamlar taşıdığını düşünürdüm. Bazılarımız için “katliam” anlamına geldiğini öğrenene kadar.
Fırsat buldukça okuduğum yemek konulu kitaplar içinde ilgimi en çok çekenler, azınlıkların mutfak kültürleri ile ilgili olanlar. Onların yemeklerinin sağladığı kültürel çeşitliliği satırların arasından bulup çıkarmaktan, hep ötekileştirilen insanların kültürlerinin şu an sofrada önümüze konan yemekleri nasıl da zenginleştirdiğini anlamaktan keyif alıyorum. İşte yine böyle bir amacın peşindeyken elime bir süre önce geçen kitaplardan biri idi “Amida’nın Sofrası”.[1] Yazarı Silva Özyerli, Diyarbakır’lı bir Ermeni olarak annesinin yaptığı yemeklerin ışığında 70’li yıllarda Diyarbakır’da geçen çocukluğunu anlatıyordu. Kitabın kapağına “Yemekli Diyarbakır Tarihi” diye bir not da düşmüştü ama tabii ki sayfalar arasında gezinirken sadece Diyarbakırlı Ermenilerin yemek kültürlerini değil, bu kültürün geliştiği coğrafyayı, dini ritüellerini, komşuluk ilişkilerini, kurulan dostlukları, var olan düşmanlıkları ve öteki olarak dışlanmayı görebiliyordum. Bir çocuk masumluğunun eşlik ettiği anıları okudukça aslında kültürlerin de hayatlar gibi ne kadar iç içe geçtiğini daha rahat anlamaya başladım. Annesinin adının “Zora” olduğunu ama hitabette “Zöre” dediklerini öğrendiğimde aynı anneannemin tarhanası gibi yıllardır bana tanıdık gelen bir duyguyla doldu içim. Nüfusta anneannemin ismi “Zehra” diye kayıtlıydı ama ben hiçbir yakınımızın anneanneme bu isimle seslendiğini duymamıştım. Herkes onu “Zühre Bacı” olarak bilirdi. Birçok kültürde yer alan Zühre ismi Yunandan tut Arap Yarımadası’na kadar aynı anlama gelir: “Sabah yıldızı”. “Seher yıldızı ayırdı bizi…” sözlerindeki yıldız aslında sabah yıldızı olarak da bilinen Çoban Yıldızı için söylenmiştir. Eğer ki birisi anneanneme seslenecekse harfler ağza göre değişir “Zöhre” veya “Zöre” derdi.
Birbirlerine hem yakın hem de uzak denilebilecek iki şehirde yaşayan insanların isimlerinin söylenirken bile aynı seslerin çıkması, kültürün tek bir coğrafyaya hapsedilemeyecek kadar akışkan bir şey olduğunu bir kez daha anlamamı sağlamıştı. “Acaba kendi yaşamımla onlarınki arasında daha başka ne benzerlikler bulacağım?” diye sayfadan sayfaya sürükleniyordum. Birçok yemeğin aynı şekilde sofralarımıza geldiğini görmek beni mutlu ederken belli bir yaşa kadar oldukça yabancısı olduğum kişniş gibi otların ve tohumların onlar tarafından sıklıkla kullanıldığını öğrenmek de merakımı cezbediyordu. Tarhanaya dair de bir şeyler okuyacağımı kesin olarak hissediyordum ve sabırla o kısmın gelmesini bekliyordum. “Turşu Bize Gelmiyor” başlıklı bölüme geldiğimde okuduklarım beni hayrete düşürmüştü. Silva Özyerli; o bölümde, hiçbir zaman turşu kurulmadığından bahsediyordu. O yaşlarda sebebini bilmediğini ama annesinin hiçbir zaman turşu kurmadığını ve tarhana sermediğini söylüyordu; hatta annesinin bunlardan defaatle kaçındığını anlatıyordu! İlerleyen satırlarda, o yıllarda Diyarbakır’da hiçbir yerde ne tarhana yapana ne de yiyene rastlamadığından bahsediyordu: “Onca insanın evine girip çıktık, sofralarına oturduk, yedik içtik ama hiçbir Diyarbakırlı Hristiyan’ın sofrasında tarhana çorbasını içmedik.” İyice meraklanmış halde satırları hızla okurken içimi bir sıkıntı basmıştı. Hani yaklaşan kötü bir şey olduğunu bilirsiniz ama yapacak bir şeyin olmamasının verdiği bir sıkıntı vardır, işte öyle bir sıkıntı. Bölümün sonuna geldiğimde başka bir büyüğünün ağzından aktardığı kısımla anlaşılıyordu her şey: “Tarhana nasıl olmaz, vardı elbette ama kimse yapmazdı. Uğursuz sayardı. Çünkü 1915 yılındaki Qefle’ye tarhana yaptıkları zaman yakalanmış, tarhanalar damlarda kalmıştı…”
İlk okuyuşta Qefle’nin ne anlama geldiğini anlamasam da 1915 yılı aslında bana her şeyi anlatmıştı. Tarih derslerinde hızlıca geçilen bir konu olarak kalsa da bazen en ufak bir işaret veya kelime bile bütün olanları anlamaya yetebiliyor. “1915” de öyle bir işaretti. Aynı Maraş gibi, Madımak gibi, Dersim gibi, 6-7 Eylül gibi… O yıl Diyarbakırlı Ermeniler turşu için sirke hazırlayıp turşuları kurdukları zaman ve aynı şekilde tarhanayı damlara serdikleri zaman başlamış soykırım. Evlerini ve anılarını öylece terk etmek zorunda kaldıklarında, turşular küplerde, tarhanalar damlarda öylece kalakalmış. O günleri unutmayanlar, bir daha ne turşu kurmuş ne de tarhana sermiş. Qefle’nin ne anlama geldiğini merak edip araştırdığımda özellikle 1915 Soykırımı’na dair yapılan sözlü tarih çalışmaları, bölgede Ermenice ve Kürtçenin iç içe geçtiğini ve yaşananları tarif etmek için birçok terim kullandıklarını gösterdi. “Qefle”, bölge dillerinde “kafile” demekmiş. Yerlerinden göç ettirilen azınlıklar için bu sözcük kullanılmış. “Firxûnê Armenîyan”, “xirxûna fillehan”, “terqa filla”, “dema birîna fillehan”, “fermana fillehan”, “qirkirina fillehan” gibi ifadeler de dönemi anlatan başka tamlamalar.[2] “Yok etmek”, “sürgün dönemi”, “kesme dönemi”, “kökünü kurutma” gibi anlamlara gelen ifadeler, yaşanan acıyı anlatmasa da yapılan kötülüğün küçük birer izahı olarak yer almış araştırmalarda.
Ben kültürler arasında (bir nevi komşular arasında) yemek üzerinden bağ kurmaya çalıştıkça hayat bizi daha çok acılarda ortaklaştırıyor. Tarhana kokusunun peşinde okuduğum satırlar beni tanıdık acıların kucağına bıraksa da yemeğin insanları yan yana getiren etkisinin peşinde koşmaya devam. En güzeli ise “komşu” ile aynı sofraya oturabilmek olacak sanırım.
[1] Amida’nın Sofrası “Yemekli Diyarbakır Tarihi”, Silva Özyerli, Aras Yayıncılık
[2] Agos, “1915, Kürtler açısından daha temel ve kurucu bir yere sahip”