Skip to main content

Anlatılan hikâyenin izleyicide bıraktığı güçlü etkiye müziği de katan suç dramaları denince akla ilk olarak “Godfather” serisi gelecektir. Serinin başarısı, Hollywood yapımlarında çoğunlukla konu edinilen İtalyan mafyasına dair New York merkezli bir hikâyeyi, öncesi ve sonrasıyla İtalya’dan Küba’ya uzanan epik bir boyuta taşıması olarak değerlendirilebilir. Filmin unutulmaz müziklerine imza atan isim ise Nino Rota’dır. Serinin ikinci filminde izlediğimiz Robert De Niro’nun, yıllar sonra yönetmenliğini üstlenip oyuncu kadrosunda yer aldığı “A Bronx Tale” filmi ise mafyatik bir hikâyeyi keyifli bir mahalle ve çocukluk-gençlik hikâyesiyle buluşturmuştu. Açılış sahnesinden itibaren akıllara kazınan her sahnede gerçekten bir rol de onlara verilmiş gibi hissettiren şarkılar, doo-wop’tan caz ve rock’a kadar geniş bir tarz skalasına sahip, özenle oluşturulmuş bir seçkinin parçalarıydı. Peki, müzikleriyle de akıllara kazınan, bireysel ve toplumsal yaşama dair türlü sorgulamalara kapı aralayan suç dramaları, İtalyan mafyasını odağına alanlardan mı ibaret?

“Şiddete meyyalim vallahi dertten”… Bu söz, Onur Ünlü’nün yönettiği Polis filmiyle beraber akıllara kazındı. Şiddeti yüceltip yüceltmeme, estetize edip etmeme tartışmalarıyla örülü bir alanın; film ve diziler için bir kategori haline gelen suç dramalarının değerlendirilmesinde hafif bir tebessümle akla gelebilecek bir söz de aynı zamanda. Tebessüm ise toplumsal yaşamın bir parçası haline gelen şiddetin temelinde yatan “derdi”, bireyselden yola çıkılsa bile toplumsala doğru taşacak bir kapsamla ele alma ölçüsünde artacaktır. Arttıkça da “her suç topluma sorulmuş bir sorudur” sözünü akla getiren acı bir tebessüme dönüşecektir. Acıyı bal eylemek üzere film ve dizilerde yardıma koşan ise çoğu zaman hikâyenin doğrudan veya incelikli verdiği mesajlara eşlik eden umut oluyor. Üstüne bir de “tam yerine rast geldi” dedirten müzikler kulakla buluşursa hepsi birden bu yazının sebebi oluyor.

Şiddete meyyalin temelindeki organize yapı “Godfather” serisinde farklı boyutlarıyla ele alınırken, mafya – siyaset ilişkisini ABD’den Küba ve Vatikan’a uzanan ölçekte değerlendirmeyi sağlayan sahneler de filmlerin parçasıydı. Seriyle bütünleşen müzikler ise daha çok filmlerin epik yapısıyla özdeşleşmişti. Bir nevi, Sicilya’dan ABD – New York’a taşınan kültürel ögeler içerisine, toplumsal koşulların da etkisiyle yerleşmiş mafya yapısının, “iyisiyle kötüsüyle” anlatımından kalan sesler haline gelmişti.

Serideki “kötüsüyle” anlatım açısından ele alınabilecek mafya – siyaset ilişkisi, ABD’deki hakim siyasetin ırkçı yönlerini de hesaba katarak beyazperdeye taşınmamıştı. Robert De Niro’nun yönettiği ve oyuncu kadrosunda yer aldığı 1993 tarihli “A Bronx Tale” filmi ise mafyanın devasa boyutlu yapısından çok; İtalyan mahallesinin sokaklarında büyüyen ve kendisi “mafya çemberi”nin dışındayken kafası zaman zaman bu çemberin içine dalıp çıkan bir karakterin çocukluk ve gençlik yıllarını konu ediniyordu. Bu keyifli filmde işin içine aşk girdiğinde ise karakterimizin, Siyah ABD’lilere karşı kendi çevresinde kanıksanmış ve şiddete evirilen ırkçılığı sorgulamaya başladığını hissediyoruz. Bu hissin filmin sonuna doğru yoğunlaştığı sahnelerde ise Jimi Hendrix’ten James Brown’a; rock, caz, soul ve funk’ın adeta “Siyah güzeldir” sloganını dile getiren örneklerini dinliyoruz.

Peki, Harlem’de neler oluyor?

ABD yapımı suç dramalarında İtalya’nın yanı sıra İrlanda’dan büyük kitleler halinde bu ülkeye göç etmiş insanların hikâyeleri de konu edilmiştir. Elbette bir zamanlar bu film/dizi türünün ana konusu olan birçok suçun sokaklarında kol gezdiği Harlem de karşımıza çıkmıştır; ancak Harlem’de geçen hikâyelerin beyazperdeye ya da tv ekranına taşındığı yapımlarda, anlatılan suçların temelinde yatan ve ırkçılıkla beslenen sistem sorunu ne zaman ele alınsa; işte o zaman yüzdeki tebessümde taşınan acı, bir miktar bal eylenebilmiştir.

Bu açıdan, “Ele alınan derdin meyyale sebep olduğu şiddeti nasıl bir politik bilinçle ve nereye yönlendirmek gerekir?” sorusunu, 60’lı yıllar Harlem’indeki gerçek bir hikâyeden hareketle soran “Godfather of Harlem” dizisi beni çok heyecanlandırmıştı. İlk sezonundan bölümler hafta hafta yayınlanırken onları heyecanla beklememi sağlayan şeylerden bir tanesi de her hafta duyulan yeni bir müziğin beni beklediğini bilmekti.

Bir zamanlar İtalyan mafyasının güvenini kazanmanın da getirdiği güçle Harlem’in “Godfather”ı olan ve uzun yıllar sonra hapishaneden çıkan Bumpy Johnson’ın, dışarda yaşanan değişimlere dair ilk merak ettiği şeylerden birisi James Brown olur. Her şey gibi Harlem de değişmiş, kendisinin yokluğunda İtalyan mafyası buradaki kontrolü daha doğrudan bir şekilde ele almıştır.

Diziyi herhangi bir suç dramasından farklı kılansa anlatılan dönemde büyük bir ivme kazanan Siyah ABD’lilerin ırkçılığa karşı mücadelesine, bu mücadelenin önemli merkezlerinden birisi olan Harlem özelinde tanık olmamızı sağlaması. Siyah bir gangsterin, suç dünyası içerisinde yükselirken aslında bir yandan da ırkçı temellere dayanan prangalarını da çoğalttığını fark etmesi içinse “Detroid Red” lakabıyla çok eskilerden tanıdığı ancak artık Siyah Bilinç’e radikal bir şekilde seslenen önemli bir lidere dönüşen Malcolm X’le yeniden yollarının kesişmesi yetecektir.

Bir bakıma Bumpy Johnson – Malcolm X hikâyesi gibi ilerleyen ilk sezon boyunca, dizinin bu özgünlüğünü besleyen müzikler de yapımın orijinal unsurlarından. Dizi için üretilen müziklerin çoğunda Swizz Beatz prodüktörlüğü üstlenmiş. Yani anlayacağınız, 60’lı yıllarda geçen bir hikâye, bugünden yoğun izler taşıyan tarzda müziklerle destekleniyor. Dönem filmleri ya da dizilerinde kimi zaman dezavantaj olabilen, anlatılan hikâyeden kopmalara yol açabilen bu durum, “Godfather of Harlem” için geçerli değil. Önemli bir tarihsel kesite dizi aracılığıyla tanıklık edildiğini hatırlatan başarılı bir kurguya sahip jenerik; Swizz Beatz, Rick Ross ve DMX’in ortak çalışması olan “Just in Case” şarkısıyla özdeşleşiyor. Swizz Beatz’in prodüktörlüğünü üstlendiği başka birçok rap şarkısında kendisine özgü bir imza gibi duran ritmik yapıya, bu şarkının nakaratında gospel ezgilerinin eklenmesiyle ABD’deki Siyah kültürünün farklı dönemlerden iki önemli müzikal unsuru bir araya geliyor.

Dizinin müzikleri arasında, ilk kez duyulduğu sahneyle uyumu açısından bıraktığı etki ayrıca güçlü olanlar ise Swizz Beatz, A. CHAL ve Jidenna ortak çalışması “Cross the Path” ve 21 Savage şarkısı “On the Inside”. İlk sezon boyunca Bumpy Johnson özelinde daha çok pratiğe döküldüğünü gördüğümüz Siyah Bilinç; Malcolm X’in kendi prangalarını daha çok fark edip onlardan kurtulmaya yönelmesini de sağlayan bir motivasyonken toplumsal olarak büyüyen bir isyanın karşı konulamaz ortak bilincine de dönüşüyor. Bu yükselen ivmeyi coşkulu bir şekilde ifade eden şarkı ise hikâyenin bir parçası olarak yazılıyor ve Harlem sokaklarından büyük sahnelere taşınıyor: Samm Henshaw şarkısı “Rise”.

Kültür

Zaman

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023
Kültür

Nazmiye

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023