Skip to main content

“Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak.”

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, ne kitaptı! Sevgi Soysal’ın kaleminden Ankara’yı okumak çok hoşuma gitmişti. Hele bir de “Piknik” kısmına gelince… Direkt “Bu bizim NET [1] Piknik olmasın?” diye sormuştum kendime. Her Ankaralı gibi defalarca önünden geçmiştim NET’in. Önünden geçip giderken büyük, gösterişsiz binası beni selamlar, geniş ahşap masalar “Gel de iki duble at” der gibi el sallardı. Aslında NET’in kavak gibi sallandığını fark etmezdim. Kitapta karşıma çıktığında acaba kırk küsur yıl öncesinden bana anlatılan “Piknik” orası olabilir mi diye düşünüp heyecanlanmıştım çünkü hayatıma dokunan yerleri okumak beni hep heyecanlandırırdı.

Babamın beni yanına çağırmasıyla tanışmıştım ilk kez NET ile. Yanına gittiğimde iki arkadaşıyla birlikte çoktan bir büyüğü bitirmişler, çay-rakı faslına geçmişlerdi. Mideyi rahatlatsın diye rakının dördüncü beşinci kadehinden sonra çay içmeyi severdi babam ve arkadaşları. Hafif kızarmış suratlar, biraz peltekleşmiş dillerle buyur edildiğim masada ilk dikkatimi çeken NET’in sesiydi. O mekânın kendi sesi vardı. Ne bir teypten çalan şarkı ne de bir çalgıcının tıngırdattığı enstrüman; sadece insan sesi. Birbirlerine bağırıp çağırmadan, yandaki masaların muhabbetini zedelemeyecek şekilde ama çok da fısıldaşmadan konuşan insanların sesi… Çok sonradan okuduğum bir metninde, Funda Hoca [2] buna “…demlenirken sohbet etmeye hasret Ankaralılar için çekim merkezi…” diyordu. Gerçekten de öyleydi. Sanki insanlar o sessizlik için oradalardı. O devasa salonda birbirine karışan sesler bir süre sonra insana yaprak hışırtısı gibi gelmeye başlıyordu. Sürekli olan ama aslında duymadığın bir uğultu gibi.

Büyük ahşap masaları ustalıkla takip eden garsonlar, sadece yılların verebileceği bir deneyimle hareket ediyorlardı. Ne, ne kadar, ne zaman gerekiyorsa anında elinin altında belirirdi. Mekânın sağ tarafını baştan başa kaplayan mutfaktaki bitmez tükenmez hazırlık, orayı “piknik” yapıyordu. Sadece sattığı içkiye güvenmeyerek olabildiğince lezzetli yemekler çıkarması ve mideleri şenlendirmesi NET’in tercih edilme sebeplerindendi. Masaya oturup bir iki soluklandıktan sonra kibarca tabağıma bırakılan menüyü incelediğimde iştahım kabarmıştı. Sakatatlar, balıklar, kebaplar gibi yıldızların yanında kendilerine has sosis tava gibi eşlikçilerle dolu menüden seçim yapmak maharet istiyordu. Karar veremeyip babamdan yardım ister gibi baktığımda, “Bir midye tavasını dene istersen” demişti. Belki on beş yıl geçmiştir ama o midye tavanın tadını hâlâ unutmadım. Dolgun midyeleri tam kıvamında bir kaplamayla altın renginde kızartıp puf puf servis ediyorlardı. Ankaralılar için diş kavuğunu doldurmayacak midyelerin çamur gibi kaplamalarla kızartılmalarına kıyasla çölde bir vaha gibiydi.

Koyulaşan sohbeti dinledikçe buranın babam ve onun gibi üniversite yılları seksenlere denk gelenler için farklı bir anlamı olduğunu anlamaya başlamıştım. Meyhaneden öte bir yerde olan NET, o zamanlar için bir buluşma noktasıydı. Hızlı yıllarda ucuz ve temiz içkinin, iyi yemeğin, dostlarla geçirilen zamanların hatıra müzesi gibi bir mekândı. Sevgi Soysal’ın Necip Bey’i 70’lerde giriyordu NET’in kapısından içeri. O zamanki yeri bulvar üzerinde Tuna Caddesindeydi ve içki henüz satılmıyordu. 80’lerin gençliği onu Sakarya caddesindeki üç katlı, teraslı binasıyla tanıyordu. Ben ise ilk kez, yani babamın beni çağırdığı gün olan 2000’lerin başında tanışmıştım onunla. Kuşakları bir araya getirmiş, babalarla oğulları aynı masalara oturtup karşılıklı iki duble içirmişti.

Zaman hızla geçiyor, biz oradan oraya koşuşturuyor, arada sırada denk getirebilirsek de NET’e oturup bir şeyler yudumlayıp, iki lokma atıyorduk ağzımıza. Oysa NET içten içe çatırdıyordu. “O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu”. Sigara yasakları, alkol zamları derken bir de hegemonyanın gölgesi çökmüştü o güzel mekânın üstüne. İktidarın sokakla olan derdi, kendini bitmek bilmez polis aramaları olarak göstermişti. Yılların yorgunluğuyla çok fazla dayanamadı; müdavimleri geldi, hayatlarında yer ettiği insanlar geldi, sonra garsonlarla sarıldılar birbirlerine, ağlaştılar, vedalaştılar… Bir gün öylece kapayıp gitti kapılarını.

“…Günü dolmuştu kavağın. Uyarılar geç kaldı. Çürük kökleri üstünde fazla duramayan kavak, öz suyunu tümüyle tüketmiş gövdesini bir sağa bir sola salladı. Sonra büyük bir çatırtıyla ama o sondaki, kimsenin artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceği andaki hızıyla Mevlüt’ün üstüne devrildi.” Okuduğum cümleler tesirini göstermek için bazen hayatı bekliyor. Önce yaşamam gerekeni yaşamam gerekiyor ki o cümleler aklımdan hiç çıkmasın. NET’in kapandığını duyduğum an aklıma Yenişehir’de Bir Öğle Vakti gelmişti. Kitabı okurken farkında olmadan kurgu ile gerçeği bir mekân üzerinden birleştirmiş, kendimce bir gerçeklik yaratmıştım. O mekân Piknik’ti. Benim için iyi yemeğin ötesinde, eski günlerin Ankara’sıydı. Kapandığında gözümün önünde beliren ilk şey Sevgi Soysal’ın devrilen kavağıydı. Hayatımızdan o kavak gibi devrildi, çıktı, gitti.

[1] Piknik, Sakarya Caddesine taşınırken kurucularının isimlerinin baş harflerini almıştır.

[2] Funda Şenol Cantek

Kültür

Zaman

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023
Kültür

Nazmiye

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023