Skip to main content

Şehri anlamak ve içerisinde etkin bir biçimde hareket edebilmek için çok seviyeli gözlemsel bir incelemeye ihtiyacımız vardır: istatistik, şekil ve algoritmaların makro-analizleri; görüşme ve odak gruplardan gelen mikro-analizler.

Bunlar, şehre dair; ticaret, sanat, eğitim ve siyaset gibi birçok sisteme sibernetik bir yaklaşımla entegre olmayı gerektirir.

Bu sistemler birbirleriyle iç içe geçmiş haldedir ve sistemlerin aktörleri, farklı alanlarda da hareket ederler. Yani bir bütün olan şehir, birbirinden kopuk parçalardan oluşmaz; her bir parçanın sistemi kendi mantığına göre hareket ederken bile.

Herman Dooyeweerd’in kavramı üzerinden düşündüğümüzde, her bir parça yapısal bütünlüğünü korurken, parça-bütün ilişkisiyle ‘enkaptik olarak iç içe geçmiştir’.

Ancak bir şehri veya sosyal bir form olarak aldığımız şehir kavramını anlamak, sözde-bilimsel kuramlardan daha fazlasını gerektirir.

Başarılı müdahaleler yapma arayışımızda, dikkatli düşünme safhasından aksiyona çok çabuk geçeriz. Elbette bunun nedeni; yoksulluk, ırkçılık, cinsiyetçilik ve birçok başka eşitsizlik gibi acil ihtiyaçlar olmasındandır.

Bununla birlikte, eylemlerimizi enine boyuna düşünerek hayata geçirmek yerine, çoğu zaman düşünmeden verilen tepkilerle harekete geçiyoruz.

Georg Simmel ‘Metropol ve Tinsel Hayat’ı yazdığından beri, pozitivizmin varoluşsal anlamları göz ardı ederek insan hayatını rakamlara indirgediğini fark ettik.

Bu ise belki de yeryüzündeki diğer yaratıklardan farklı olarak kafamızın içinde yaşıyor oluşumuzdandır. Davranışlarımızdaki anlam; yalnızca içgüdüsel değil, aynı zamanda düşünsel yaşamımızdan da kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla bu durum, Jean Baudrillard’ın anlam eksikliğinden kaynaklı değil; sayılan ve sayılamayan çok fazla anlamdan muzdarip olduğumuza dair keskin gözlemi gibidir.

Kentsel yaşamda varlığını sürdürebilmenin sırrı çoğulsallığın belirsizliğinde rahat olmakta yatar. Gerçekten de göstergebilim, sosyal konuma göre değişkenlik gösterir.

Aynı gözlemsel alan, farklı aktör ve katılımcılara farklı anlamlar sağlar. O denli ki, hepimiz paradoksal olarak aynı alanı işgal eden, farklı solipsistik şehirlerde yaşıyor gibiyiz.

İki iş toplantısı arasında Michelin yıldızlı bir restorana doğru yürüyen küresel elit kategorisinden birini ele alalım.

Onun için Londra, aynı sokakta idrarlı bir yüzeyde yatan evsiz adama göründüğünden çok farklı olacaktır.

Bu yüzden yer, konumdan daha önemlidir. Bu, kentsel mekânı kullanma şeklimizin değişkenlik gösterdiği; dolayısıyla, kentin ontolojisinin sık sık yanal kaymalara maruz kaldığı anlamına gelir.

Tehlike, ortak anlam ve anlayışın kaybolmasındadır; kentsel alanın rekabet halinde olan kullanıcıları arasında çatışmaya sebep olur.

Kendi alanlarındaki uyuşturucu bağımlılarından usanan evsizler ve yerleşik işçi sınıfının çıkarları, birden oluşan alevlenmelere yol açabilir.

Ancak yeni anlamlar her zaman ortaya çıkar. Sosyal paydanın yaratılması için ‘ortak fayda’ arayışı esastır; farklı grupları bir araya getiren “köprü vazifesi gören payda” ise önceliklidir.

Hepimiz ‘paydaşlarız’; ortak çıkarları belirleyerek, toplumun örgütlenmesi yoluyla yerel ittifaklar kurulabilir.

Örneğin, Hackney’deki Wally Foster Topluluk Merkezi, muhafazakârlar, komünistler ve hristiyanlar kendi toplumlarına hizmet etmek için iş birliği yapmaya karar verdiği noktada inşa edildi. Bir başka küresel kentte, bütün konularda tam bir anlaşma sağlanamayabilir; ama Francis Schaeffer’in dediği gibi taktik, “ortak savaş” olmalıdır.

Fakat siyasal egolarımızı ortak bir amaç için kurmak için anlaşmazlıkları dışarıda bırakacak kadar sessizleştirebilir miyiz?

The Prisma’daki İngilizce orijinalinden Ceren Baskı tarafından Kroniko.org için çevrilmiştir.