İlk kez Nuriye ile Semih’i gördüğümde hissetmiştim bu duyguyu. O zamanlar belki de onların daha yakınında olabildiğim için şimdiki kadar etkilememişti beni. Bir yanda hayatını yemek üzerine kuran ben vardım diğer yanda ise bedenlerini açlığa yatırarak haklarını arayan iki insan. Yaptığım işi, diğer insanları, evinde bir tas yemek pişirmek için didinenleri, yemeği sadece bir haz olarak görenleri, zenginleri, fakirleri, şımarıkları, her şeyi düşünmüştüm. Nuriye ile Semih’in iradesinin yanında işe yaramaz gibi hissetmiştim kendimi. İbrahim’i kaybettiğimizde ise yuttuğum lokmadan utanmıştım her şeyin ötesinde.
Yemeğe benim gibi yaklaşan insanlar için o artık sadece karın doyurmanın ötesine geçer. Daha iyi tat, daha iyi uyum, şaşırtıcı zıtlıklar gibi birçok noktayı düşünürsünüz. Bazen iş öyle noktalara varır ki kullanılan malzemelerin ve yaratılan atmosferin etkisiyle gidilen bir akşam yemeği ufak bir servete patlar çoğu insan için. İşte o noktada yemek ihtiyacın ötesine geçer. Artık bir haz kaynağına dönüşen yemek, beraberinde lüksleri de yerine getirir. Aşçılığa ilk başladığım zamanda da bu düşünceler aklımı kurcalıyordu. Evet yemeği seviyordum, iyi yemeği arayıp bulmak, onun için zaman harcamak hoşuma gidiyordu ama bu arayışın sonucu genelde sanayide yenilen bir köftenin veya ara sokakta sıkışmış iyi bir dönerin ötesine geçmemişti. Yemeğe dair hazlarım bile sınıfsal çizgilerin içinde kalıyordu. Ben yemek hazzının bile sınıfsal olduğunu düşünürken başkaları yemek yeme eyleminin kendisini bir direniş haline getirmiş, ağzına tek lokma koymayarak mücadele ediyordu.
Helin ile İbrahim’in her gün daha da çöken yanaklarını görüyordum haberlerde. Haberi okuduktan beş dakika sonra gelen bir siparişi hazırlıyor, insanların karnını doyuruyordum. Tuzu tam olsun, sosu çok cıvık olmasın, tabakta güzel dursun; kas erimesi, bilinç kaybı, açlık… Tam bir küçük burjuva duyarlılığı içinde debelenirken elim yaptığım işlerde aklım ise yapamadıklarımda geçiyordu zaman. Sık sık “25. Yıl Konseri” geliyordu aklıma. Gidip izleme şansım olmamıştı ama sonrasında birçok kez kayıtlarını izlemiştim. İbrahim’i hep oradaki haliyle hatırlıyordum. Uzun boyu ile sahnenin solunda ayakta, gitarını çapraz asmış, parmakları uyuşmasın diye ellerini montunun cebine sokmuş beklerken. Sona doğru İbrahim’in zayıflamış fotoğraflarını görsem de konserdeki o pozu aklımdan hiç silinmemişti. İbrahim’i kaybettiğimizi okuduğum sırada kendime bir şeyler hazırlamış yemek yiyordum. O an hissettiğim, yediğinin boğazında düğümlenmesi gibi değildi tam olarak. Aslında tam olarak utanmıştım. Kendimden, yaptıklarımdan ve yapamadıklarımdan. En çok da yuttuğum lokmadan utanmıştım. Belki de olması gereken buydu. Herkesin bir yerde bir şekilde yuttuğu lokmadan utanması gerekiyordu.
Ebru ve Aytaç… Artık onların haberlerini okuyorum her gün. Adalet için kendilerini açlığa bıraktılar. Hayatlarını “halklarına” emanet ettiler. Benim, insanların duyularını tatmin etmek için yaptığım yemek, onlar için bir direniş hattı şimdi. Kendilerinin yiyemediği yemeği başkaları adilce yiyebilsin diye belki de bütün bunlar. Ebru’ya baktıkça Helin, Aytaç’a baktıkça İbrahim geliyor gözlerimin önüne. Hep aynı dizeler dönüp duruyor aklımda: Güz yanığı bir durgun, sessizlikle örtülü her şey, ve yırtılmış bir tül gibi, savrulup duruyor zaman.
Kapak görseli: Omar Al Abdallat