Skip to main content

David Fincher’ın altı yıl aradan sonra gelen son filmi Mank için senaryosunu ABD’li bir gazeteci ve senarist olan babası Jack Fincher’ın kaleme aldığı bir Hollywood anlatısı diyebiliriz. Daha önce birkaç kez bu senaryoyu değerlendirmeye çalışsa da sonuç alamamış Fincher. Dolayısıyla filmin bugünlerde çekilmiş olmasını; Mank’in senaryosunda, ABD’nin güncel ahvalini görüyor olmasıyla açıklıyor yönetmen. Filmi değerlendirirken doğrudan senaryo ayağı üzerinden başlamam tesadüf değil elbet; zira Mank, adını bizzat 1930’larda Hollywood için çalışan bir senarist olan Herman Mankiewicz’den alıyor. Hikâye de yine, Herman Mankiewicz’in senaryosunu kaleme alanlardan biri olduğu; sinema tarihinin 50’lerden bu yana en önemli yapımı olarak görülen, yönetmeni Orson Welles’a “dahi” payesini kazandıran kült film Citizen Kane’in (Yurttaş Kane) yazılış serüvenini konu alıyor. Filmografisine kabaca göz atıldığında bile dönem dramaları yapmak gibi bir derdinin olmadığını rahatlıkla görebileceğimiz Fincher’ın, neden 1930’larda Hollywood semalarında geçen bir hikâye anlatmak istediği sorusu akla geliyor. Sadece hayatında büyük bir etkisinin olduğunu ifade ettiği babasının yazmış olduğu senaryoya saygı duruşunda bulunmak istemesiyle açıklanamaz sanırım bu ilginin kaynağı. Konu Fincher gibi bir yönetmen olunca sinema tarihine mal olmuş bir filmin senaryo yazım sürecinin perde arkasını anlatmak gibi yalnızca sinefil seyircinin ilgi duyabileceği kadar sınırları belli bir hatta dolaşmak istediğini düşünmek de absürt oluyor. Filmi izleyince bu soruların tamamını rafa kaldıracak esas meselenin; yönetmenin motivasyonunu da kuran itici gücün, bir senaryo yazım hikâyesinin örtüsü altında, ABD’nin siyasal iklimindeki sağ merkezli yapının tarihsel arka planına dair söylediği sözler olduğunu görüyoruz.

Fonda İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri iyiden iyiye işitilir ve Avrupa’da Nazizm’in gölgesi yükselirken; Hollywood’un stüdyo sisteminde, tıpkı bir fabrikadaki seri üretim modelini andıran biçimde bir araya gelip sipariş usulüyle senaryo yazan bir grup yazarın tartışmalarıyla başlıyor film. Başlarda halinden çok şikâyetçi görünmeyen, ancak içinde bulunduğu yapıya karşı da oldukça başarılı bir hicivci olduğunu anladığımız Herman Mankiewicz adlı senaristimizin, zamanla bu çark sisteminin içinde adım adım yeteneğinin köreldiğini ve varoluşuna yabancılaştığını hissettiğini anlıyoruz. Gündelik işlerini her şeye rağmen yürüten ve tanık olduğu kirli ilişki ağlarının ağırlığından mizahi üslubuyla kurtulmaya çalışan Mank’in zamanla tükenmeye başladığını ve üstesinden gelmeye çalıştığı hayatı alkolle çekilebilir kıldığını görüyoruz. Filmin başarısı da, beyazperde için oldukça tanıdık görünen bu “kaybeden” anlatısını beklenmedik bir direniş hikâyesine tahvil edebilmesinde. Zira kahramanımız Mank, yönetmen Orson Welles ile senaryoda adının gözükmemesini kabul etmesi şartıyla imzaladığı sözleşme ile birlikte, tabiri caizse kendi hayatının dip noktasından çıkış amacını buluyor. Bu senaryo metninin hayatında yazdığı en iyi iş olmasının sebebinin, tam da onu adım adım tükenişe iten stüdyo sisteminin krallarını hedef almasıyla ilgili olduğunu görüyoruz. Mank’i bu kadar heyecanlandıran motivasyon, bir tür intikam duygusuna yaslanıyor. Orson Welles ve Mankiewicz’in, Hollywood’un medya devi William Rudolph Hearst’ün maskesini indirmek isterken aldıkları bir rövanş oluyor aslında Citizen Kane. Filmdeki medya devi Kane’e ilham verenin de Mank’in büyük patronu olan William Hearst’ün ta kendisi olduğunu anlıyoruz böylece.

Medya ve İktidar İlişkisi

Seyri keyifli kılan bu rövanş hikâyesinin açığa vurduğu esas mesele ise, 1934’deki Kaliforniya eyalet seçimleri ekseninde dönüyor aslında. Fincher’ın bir dünya karakterle böyle bir estetik-dramatik yapı kurma zahmetine girişmesinin altında yatan motivasyonun tam olarak bu olduğunu görüyoruz. Pulitzer ödüllü, Chicago Mezbahaları ve The Jungle gibi 20.yy’ın önemli eserlerine imza atan sosyalist yazar Upton Sinclair’in, Kaliforniya eyalet seçimlerine Demokrat kanattan aday olmasıyla başlıyor her şey. Sinclair’in açıktan sosyalizm propagandası yapıyor ve Amerikan toplumunun gerçek sorunları üzerine eşitlikçi bir manifesto yayınlıyor olması, kuşkusuz ABD’nin sermaye çevrelerinde ve Cumhuriyetçilerin hegemonyasında büyük bir rahatsızlık yaratıyor. 1930’ların kitle iletişim araçları arasında en etkili olanın da sinema olduğu düşünülünce, medya patronları ve siyasal güç odakları arasındaki işbirliği de kaçınılmaz oluyor elbette. Film boyunca Hollywood yapımcıları Louis Mayer ve Irving Thalberg tarafından Sinclair’i hedef alan bir kara propagandanın dönmeye başladığını görüyoruz. Kimin eyalet valisi seçileceği gibi politik bir meselenin, Hollywood’un neredeyse temel meselesi haline geldiğine ve herkesin durumdan vazife çıkardığına tanık oluyoruz. Hatta dönemin en ünlü Hollywood aktrislerinden olan Marion Davies’i canlandıran karakterin Hearts’ü kastederek (Davies’in filmdeki değimiyle “Babacık”), “Eyalete bakanı atadığını bile gördüm” dediği replik bile durumu açık etmeye yetiyor. Sinclair adına tezviratlar yayan haber-filmlerin bizzat Hollywood stüdyolarında çekildiğini görüyoruz yine. Medya üzerinden ülkenin tarihi yazılabiliyor kolaylıkla. ABD’de başlayan toz fırtınası nedeniyle Kaliforniya’ya yönelen işçi göçünün harladığı nefret dalgası da işin içine girince Sinclair kaybediyor. Böylelikle ABD’nin sağ iktidarlarca tayin edilen kaderinin arka planındaki ilişkiler ağını açık ediyor film. Bütün bu yapıya ancak alkolle katlanabilen ve içten içe rahatsız olsa da sinik bir biçimde sisteme uyumlanmış olan Mank ise kendi döngüsünü bu senaryoyu yazarak kırıyor diyebiliriz. Filmin sonunda, Yurttaş Kane’in tüm başarısını Orson Welles’a atayan efsaneyi de yıkıyor Fincher. Tüm senaryoyu Mank’in yazdığını iddia ediyor. Bir anlamda herkese hakkını teslim etme, görünmeyeni açığa vurma işi olarak görüyor filmi yönetmen.

Biçim ve Estetik

Filmin estetiği, tamamıyla anlattığı dönemin teknik olanakları ve görsel yapısı üzerinden kuruluyor. Hatta Yurttaş Kane’in estetik yapısı kopyalanmış diyebiliriz. Bu nedenle film tamamen siyah-beyaz, görüntüler döneme referans vermesi için özellikle bozulmuş. Kurguda da yine Yurttaş Kane’den miras bir flashback zincirinin tercih edildiğini görüyoruz. Mank’de de senaryo yazım sürecini temel alan bir zamanlama ile başlayan film, sık sık flashbacklerle kesilerek Mankiewicz’in Hollywood’daki tanıklıklarına ve tükeniş sürecine dönerek işliyor anlatıyı. Buradan bakınca filmin zamane seyircisi tarafından kolay hazmedilebilecek bir forma sahip olduğunu söylemek güç. Zira güncel seyir alışkanlıklarına hitap etmek gibi bir derdi yok Fincher’ın; kolay tüketilmesini değil düşünsel katılımı önemsiyor. Filmin anlatı yapısına dair bir diğer dokunuş ise; senaryo yazım sürecine odaklanan, bu bağlamda da özellikle “yazarlık” vurgusu yapan bir filmde sahne geçişlerinin bir senaryo metni olarak kurgulanmış olmasıydı.

 

Kültür

Zaman

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023
Kültür

Nazmiye

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023