Skip to main content

‘’Açılımlar Ülkesi’’: Tanımak mı, Sınırlamak mı?

Türkiye’nin yakın siyasal tarihinde “açılım” adıyla sunulan süreçler, bastırılmış kimliklere yönelik bir yüzleşmeden çok, bu bastırmanın yarattığı krizleri yönetme çabasıydı. Devlet, tarihsel olarak inkâr ettiği kimliklerle doğrudan hesaplaşmak yerine, bu talepleri belirli sınırlar içinde temsil edilebilir hâle getirmeye çalıştı. Tanımak değil; denetlemek hedeflendi. Açılımlar görünürlük vaadiyle sunuldu, ancak bu görünürlük hiçbir zaman eşit yurttaşlıkla tamamlanmadı. Çünkü açılımlar, bastırılanın hakikatine değil; sistemin tahammül edebileceği kadarıyla sınırlıydı.

Oysa bu kimlik mücadeleleri kendiliğinden doğmadı. Kürtler, Aleviler, Romanlar, göçmenler, LGBTİ+ bireyler ve kadınlar; sistematik baskının, dışlamanın ve şiddetin hedefinde oldukları için tarihsel direnişler inşa ettiler. Talepleri yalnızca tanınmak değil; eşit koşullarda yaşamak, karar süreçlerine dahil olmak ve geleceği belirleme gücüne sahip olmaktı. Devlet, bu mücadeleleri doğrudan bastıramadığında onları yönlendirmeye çalıştı. Direniş temsile çekildi; temsil ise yapısal dönüşümün yerine ikame edildi.

Bu stratejiye rağmen, kimlik mücadeleleri sistemin dayattığı sınırlara her zaman boyun eğmedi. Direndi, alan açtı, meşruiyetini kendi iç dinamikleriyle kurdu. Ancak sistemin inşa ettiği temsiliyet rejimi, zamanla “tanınmak” ile “eşitlenmek” arasındaki farkı bulanıklaştırdı. Talepler, yapısal eşitsizliklerden uzaklaşıp tanınma biçimlerine sıkıştı. Politik özne, toplumsal sınıf olmaktan çıkarılıp, belli sembollerle temsil edilen kimlik pozisyonlarına daraltıldı. Bu, mücadeleyi kolektif bir dönüşüm gücünden uzaklaştırarak sistem içinde yalnızlaştırmaya yönelik bir tercihti.

Zamanla eşit yurttaşlık talebinin yerini, vitrin temsiliyeti aldı. Açılım süreçleri, kimliklerin yaşadığı derin yapısal eşitsizlikleri değil; kültürel farklarını öne çıkardı. Kürt olmanın eşitsiz gelir dağılımıyla, Alevi olmanın kamusal dışlanmayla, Roman olmanın güvencesizlikle, LGBTİ+ kimliğin barınma ve istihdamdan dışlanmayla ilişkisi sessizleştirildi. Tanınan kimlikler, sınıfsal bağlamdan koparıldı; mücadele bireysel görünürlük düzeyine indirildi.

Bu dönüşüm yalnızca temsili artırmadı; taleplerin sınırlarını da yeniden çizdi. Kimlik mücadeleleri, kolektif dönüşümün öznesi olmaktan çıkarılıp, sistemin tanıyabileceği şekillere sokuldu. Böylece mücadeleler, hem birbirinden hem de sınıfsal zeminlerinden yalıtıldı. Açılım süreçlerinin tanıdığı alanlar, çoğu zaman mücadele alanlarının yerini aldı. Temsil edilebilir olmak, dönüştürücü olmakla karıştırıldı.

Bu nedenle eleştiri, kimlik mücadelelerine değil; onları yöneten sistemin sınır koyucu mekanizmalarına yönelmelidir. Kimlik siyaseti bir lütuf değil; bastırılmış olanın zorunlu politik tepkisidir. Bastırılanlar konuştu, dışlananlar örgütlendi. Ancak bu mücadelelerin sınıfsal bağlamdan koptuğu her durumda, temsile hapsedilme riski büyüdü. Temsil, yalnızca ifade etmenin değil; aynı zamanda mücadeleyi sınırlamanın da bir biçimi hâline geldi.Bu nedenle eleştiri, kimlik mücadelelerine değil; onları yöneten sistemin sınır koyucu mekanizmalarına yönelmelidir. Kimlik siyaseti bir lütuf değil; bastırılmış olanın zorunlu politik tepkisidir. Bastırılanlar konuştu, dışlananlar örgütlendi. Ancak bu mücadelelerin sınıfsal bağlamdan koptuğu her durumda, temsile hapsedilme riski büyüdü. Temsil, yalnızca ifade etmenin değil; aynı zamanda mücadeleyi sınırlamanın da bir biçimi hâline geldi.

Bugün artık açılımların sınırlarını değil, bu sınırları aşan mücadeleleri konuşmalıyız. Çünkü görünürlük, eşitliği garanti etmez; temsil, özgürlüğü kurmaz. Gerçek özgürlük, bu kimliklerin taşıdığı sınıfsal çelişkilerin ortaklaştırılmış, örgütlü ve politik bir zemin üzerinde yeniden tanımlanmasıyla mümkündür. Açılım çoğu zaman bir başlangıç değil; mücadelenin kontrol altına alınma biçimidir. Ve bu sınırın dışına çıkılmadan hiçbir kazanım gerçek anlamda dönüşümsel olamaz.

İşte o sınırı aşan irade, yalnızca devletin açtığı temsili alanlara sıkışmayan, kendi siyasal dilini kurarak var olan kimlik mücadelelerinde kendini gösterdi.

Kimlik Siyasetinin Yükselişi: Eleştiriden İnşaya

Açılım politikalarının sınırlı temsile sıkıştırmaya çalıştığı direnişler, bastırılmış kimliklerin tarihsel mücadelesini durduramadı. Tam tersine, kimlik siyaseti uzun süre inkâr edilen, marjinalleştirilen ve sistematik biçimde bastırılan toplulukların kendi sesini kurduğu politik bir hattı ifade etti. Etnik, cinsel, dinsel ve kültürel olarak dışlanan gruplar, yalnızca tanınmak için değil; eşit koşullarda yaşamak ve karar süreçlerine dâhil olmak için örgütlendi. Irkçılığa karşı siyah hareket, patriyarkaya karşı kadın mücadelesi, heteronormatif şiddete karşı queer politikalar, mezhepçi ayrımcılığa karşı inanç temelli direnişler bu zeminde gelişti. Bu hareketler, bir kimlik beyanı olduğu kadar bir varoluş mücadelesiydi.

Ancak 1990’lardan itibaren, özellikle Batı’da postmodernizmin etkisiyle bu mücadelelerin bir kısmı sınıfsal eksenden uzaklaştı. Talepler parçalandı, temsil ön plana çıktı, kolektif dönüşüm arayışı yerini bireysel hak vurgusuna bıraktı. Türkiye’de de aynı dönem, devletin kontrollü açılım süreçleriyle bu yönelimi kurumsallaştırdı. Kürt hareketinden kadın örgütlenmelerine, Alevi ve LGBTİ+ hak mücadelesine kadar pek çok alanda talepler görünürlük kazanırken, bu görünürlüğün sınırları sistem tarafından çizildi. Semboller öne çıktı, yapısal eşitsizliklerin dile gelme imkânı zayıfladı. Politik özne, sınıfsal kolektiviteden uzaklaşıp, bireysel temsil figürlerine dönüştürüldü.

Bu yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Solun küresel ölçekte geri çekildiği koşullarda, kimlik siyaseti pek çok ülkede sınıf eksenli mücadelelerin önüne geçti. ABD’de siyah hareketin sınıf boyutu geri plana itildi; kadın hareketi neoliberal feminizme sıkıştı; LGBTİ+ mücadelesi, piyasa dostu temsil alanlarına entegre edilerek etkisizleştirildi. Kültürel tanınma öne çıkarken, kapitalizmin temel sömürü mekanizması olan artı-değer ilişkileri sessizleştirildi.

Ancak burada eleştiri, bu mücadelelerin kendisine değil; onların sistem içinde nasıl sınırlandığına yönelmelidir. Çünkü kimlik siyaseti bir ayrıcalık değil; hayatta kalmanın zorunlu bir siyasetidir. Irkçılığa, patriyarkaya, mezhepçiliğe, homofobiye, dışlamaya ve şiddete karşı verilen her mücadele, bastırılanın direniş hakkıdır. Bu mücadeleler, görünmeyeni görünür kılmak, bastırılanı dillendirmek ve siyasal alanda yer açmak için verilir.

Asıl sorun, bu mücadelelerin sınıfsal bağlamdan koparılarak sistem tarafından emilebilir hâle getirilmesidir. Cam tavanı kıran bir kadın CEO, fabrikadaki kadın işçinin sömürü koşullarını değiştirmez. Bir markanın LGBTİ+ temsiliyeti, trans bireyin barınma ve istihdam sorunlarını çözmez. Temsil genişleyebilir; ama maddi eşitsizlikler yerinde kaldıkça gerçek dönüşüm gerçekleşmez.

Bu nedenle kimlik mücadelesi, sınıf mücadelesinden bağımsızlaştığında sistemin tanıdığı sınırlar içinde yönetilebilir hâle gelir. Kapitalizm, sembolik tanımaya yer açabilir ama üretim ve mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmasına izin vermez. Kimliklerin gerçekten özgürleşebilmesi, yalnızca görünürlükle değil; sömürünün kaynaklarını hedef alan politik bir dönüşümle mümkündür.

Buradaki mesele artık yalnızca kimliklerin temsili değil; bu temsillerin nasıl bölündüğü, sınırlarının kim tarafından çizildiği ve ortaklaşmanın nasıl engellendiğidir. Çünkü bir kimliğin görünürlüğü, diğerinin dışlanmasına; bir temsilin kabulü, kolektif mücadelelerin parçalanmasına dönüşebilir.

Bu nedenle artık sormalıyız: Sistemin tanıdığı temsiller bizi bir araya mı getiriyor, yoksa birbirimizden uzaklaştırıyor mu?

Böl, Temsil Et, Yönet: Kimliğin Siyasallaşma Sınırları

Kimlik mücadelesi, haklı tarihsel zeminine rağmen bugün çoğu zaman temsile indirgenmiş sınırlı bir görünürlük siyasetiyle tanımlanıyor. Bu daralma, doğrudan baskıdan ziyade, mücadelelerin ortak zemin yoksunluğundan besleniyor. Kapitalist düzen için en işlevsel stratejilerden biri, adalet taleplerini birbirinden yalıtmak ve her birini kendi sınırları içinde yönetilebilir hâle getirmektir. Böylece politik olan, dönüştürmekten çok denetlemekle tanımlanır.

Kimliklerin siyasal görünürlük kazanması önemlidir; ancak bu görünürlük sınıfsal eşitsizliklerle bağını yitirdiğinde, mücadeleler ortaklaşmak yerine ayrışır. Farklı kimliklerin bastırılmış tarihleri sahneye çıksa da, bu tarihler birbirine değmeden ilerlediğinde acılar kıyaslanır, öncelikler rekabet eder. Ortak özne yerine temsillerin toplamına dönüşen bu yapı, sisteme karşı değil; sistemin içinde yeniden biçimlenen bir düzene evrilir.

Bu da neoliberal ideolojinin doğal uzantısıdır. Kolektif eylem yerine bireysel anlatılar, yapısal sorunlar yerine tanınma eksikleri gündeme gelir. Her birey kendi kimliğiyle var olur, ancak ortak bir hikâye kurulmaz. Dayanışmanın yerini görünürlük yarışı alır; siyaset, içeriği boşaltılmış bir çeşitlilik dekoruna dönüşür.

Zamanla bu temsiller mücadeleyi taşıyan değil, sistem içinde yer arayan pozisyonlara dönüşür. Temsil eden, temsil edilenin iç çelişkilerini bastırabilir; sistem bu temsilleri çoğalttıkça kendini daha “çoğulcu” ve “katılımcı” gösterebilir. Oysa gerçek katılım, yalnızca var olmakla değil; dönüşüm yaratma iradesiyle mümkündür.

İşte bu noktada, eleştiriyle yetinmeyip bir alternatif kurmak gerekir. Sınıf, farklı kimlikleri ortak bir mücadele zemini etrafında bağlayabilecek yegâne politik çerçevedir. Sınıf, bizi ayıran kültürel farklılıklardan değil; aynı düzende konumlandıran maddi ilişkilerden doğar. Aynı ücretle geçinmeye çalışan kadınlar ve erkekler, aynı güvencesizliğe mahkûm edilen göçmenler ve yerliler, aynı taşeronluk sistemine sıkışan gençler ve yaşlılar… Tüm bu farklılıklar, sömürü karşısında aynı zemine yaslanır.

Bu, kimliklerin bastırılması değil; aksine, onların mücadeleye katılabileceği gerçek bir politik alanın kurulmasıdır. Çünkü sınıf, farklılıkları silen değil; onları bağlama yerleştirerek dönüştüren bir mücadele biçimidir. Kapitalizmin hedefi kimliğimiz değil; emeğimizdir. Ve emek ortaklaştığında, kimlikler yeniden politik anlam kazanır.

O hâlde sormak gerekir: Sınıf, sadece görünmeyeni görünür kılmakla mı kalır, yoksa ortak bir geleceği kurmanın zemini olabilir mi?

Sınıf ve Kimlik: Birbirini Dışlamayan, Birbirini Tamamlayan Mücadeleler

Sınıf ve kimlik, birbirini dışlayan değil; aynı eşitsizlik yapısında kesişen mücadele biçimleridir. Kimlik siyaseti, bastırılmış grupların haklı ve tarihsel itirazıdır. Ancak bu mücadele sınıfsal bağlamdan koparıldığında, talepler bireyselleşir; mücadele ise parçalara ayrılır. Aynı şekilde, sınıf siyasetinin kimlik temelli baskıları dışlaması da kapsayıcı bir ortaklık kurmayı imkânsızlaştırır.

Kadınlar, LGBTİ+ bireyler, göçmenler ya da etnik-dini azınlıklar yalnızca kimlikleri nedeniyle değil; o kimliklerin içine yerleştiği sınıfsal konumlar nedeniyle sistematik olarak dışlanır. Cinsiyet temelli ayrımcılık güvencesizlikle, etnik ayrımcılık yoksullukla, inanç farklılığı ise kamusal olanaklardan mahrum bırakılmakla birleşir. Bu nedenle sınıf mücadelesi, yalnızca emeğin değil; emeği şekillendiren toplumsal eşitsizliklerin de mücadelesidir.

Aynı şekilde, sınıf ilişkilerinden kopmuş bir kimlik siyaseti, temsil sınırına sıkışma riski taşır. Kültürel kabul, maddi eşitlik olmadan mücadeleyi dönüştüremez. Temsil edilen ama hâlâ sömürülen kimlikler, sistemin çoğulcu vitrini içinde etkisizleştirilebilir. Gerçek eşitlik, yalnızca görünürlükle değil; üretim, bölüşüm ve yaşam koşullarının köklü biçimde dönüştürülmesiyle mümkündür.

İşte bu yüzden sınıf, farklı kimliklerin eşitlik temelinde bir araya gelebileceği ortak bir siyasal zemindir. Bu zemin, farklılıkları bastırmaz; onları toplumsal adaletin kolektif bağlamına yerleştirir. Aynı güvencesizlikle yaşayanların, aynı sömürü biçimlerine karşı direnenlerin, aynı belirsizliğe karşı örgütlenenlerin kurabileceği bir ortaklık… Ne tek tipleştiren bir bütünlük, ne de parçalanmış bir çoğulluk. Gerçek bir dayanışma hattı.

Bugün mesele yalnızca kimlikleri tanımak değil; o kimliklerin içinde şekillendiği maddi ilişkileri değiştirmektir. Çünkü artık görünür olmak yetmiyor. Gerçek değişim, ancak birlikte mücadele ederek ve bu mücadeleyi ortak bir sınıfsal temelde kurarak mümkün.