“Eve dönüyorsun,
başka bir gezegendesin,
bir yabancısın.
Dünya’nın çekim gücü
tesirini iki katına çıkarmış,
ayakkabı bağcıklarını çözüyor
omuzların…“
Ewa H.D – Bonedog
Tüm dünyada film endüstrisi, pandemi sürecinin, üretkenliği önemli ölçüde baltaladığı bir yılın ilk hasadını toplarken online olarak düzenlenen birçok festivalde rastladığımız yeni birkaç filmin yanında Netflix’in; Da 5 Bloods, The Old Guard ve I’m thinking of ending things’i bu nadas yılının dikkate değer yapımlarından oldu.
Charlie Kaufmann rejisinin şahsına münhasır evrenine yolculuk yaparken her ne kadar Kaufmann’ın görsel dilinin hazzına kapılmamak imkansız da olsa, bu kez yönetmenimizin şapkadan tavşan çıkardığını söylemek zor. Film taze çift olan Jake ve kız arkadaşı Lucy’nin, Jake’in ailesiyle tanışmak için şehrin dışında bir çiftlik evine yaptıkları yolculukla başlıyor. Bunun yalnızca bir açılış sahnesi olmadığını dakikalara yayılan, hararetinin dozunu arttıran sohbetleri ve dalgınlıklarla gelen uzun es’leri yakalayan anlar arttıkça anlıyoruz. Çiftlik evine varmak için açılan sohbet, yol alegorisinde büyüyen ve varış menzilini yitiren bir “varoluş” yolculuğuna dönüşüyor. Arabaya bindiği an itibariyle huzursuzlukları mimiklerini gıdıklayan Lucy’nin iç sesiyle gelen ilişkiyi bitirme isteğini duyuyoruz. Lucy hiçbir şeyin yürümediğini düşünüyor; fakat dile getiremediği için bu hissini dışa vurduğu başka sohbetlere katık ediyor. İkili yol boyu şiirden sinemaya; sinemadan resme, pozitif bilimlere ve felsefeye uzanan geniş bir yelpazede, ancak her birinde insan olmanın, “var olmanın” bitimsiz arayışından, umutsuzluk ve umuttan, aşktan ve yalnızlıktan bahsettikleri, şiddeti bir artan bir azalan sohbetler ediyorlar. Bu uzun yolculuk sahnesi Kaufmann’ın sinema dilinin patika yollarından geçmiş olanlar için bir kerteriz oluyor denebilir. Zira filmin tüm tekinsiz hissiyatına rağmen, bizi bekleyen hikâyenin ayak seslerinin hep bu sohbetler etrafında dönüp dolaşacağına dair bir sezgi geliştiriyoruz. Yolculuk boyu tutunmamız için sohbetlere bıraktığı ekmek kırıntılarını toplayabilmek ise Kaufmann’ın entelektüel dağarcığına haiz olmaktan geçiyor; çünkü o sohbetlere yedirilen onlarca kültürel referans var. Her bir referansın anlatıya hizmet ettiği, film ancak tekrar tekrar izlenildiğinde kavranıyor. Görünen o ki klasik yollardan saparak, seyredilmesine can attığı değil seyretmek istediği bir film yapmış yönetmen. Lucy’nin kendi şiiri olduğunu söyleyerek okuduğu uzun Bonedog şiirinin Ewa H.D’nin Rotten Perfect Mouth kitabından olduğunu, Jake’in William Wordsworth’ün Imitations of Immortality From Recollections of Childhood şiirine atıf yaptığını, John Cassavetes’in 1974 yapımı A Woman Under The Influence filminden söz ederken Lucy’nin yaptığı kritiğin, sinema yazarı Pauline Kael’in gazete yazısından alınmış bir değerlendirme olduğunu görüyoruz.
Yolculuğun nihayet bitip Jake’in aile evine varıldığında ise filmin içinde yeni bir perde açılıyor. O ana kadar bir yol filmi janrına ait birçok klişeyi kullanan Kaufmann, bu kez de Lucy’nin yabancısı olduğu bu evin eşiğinden geçtiği anda yavaş yavaş bizi bir korku filminin beklediğine ikna etmeye başlıyor. Eve girildiği anda Lucy’yi tanıştırmayı sanki kendi istememiş gibi garip bir tedirginlik yaşayan Jake, ailesi üst kattan inip Lucy ve Jake’in yanına gelene kadar bir türlü geçmek bilmeyen zamanı kız arkadaşına, evin bodrum katına girilmediğini anlatmakla geçiriyor. Bu sahneyi film açısından ikonik buluyorum; çünkü bir yandan bodrum katta ne olduğuna dair hem Lucy’e hem bize gerilimli bir merak yaşatırken öte yandan da bodrum kat fobisiyle ilgili aralarında geçen mizahi bir korku filmi sohbeti var. Kaufmann’ın türler arasında gezinen ve hiçbirine de yerleşmeyen bir film yapacağının sinyallerini verdiği sahne de bu oluyor. Korku unsuru yalnızca merakı tetikleyen bir yerde duruyor. Gerilimin dozu arttığı anda sizi o duyguya hızla yabancılaştıracak bir mizahi-absürt ritim tutturmaya başlıyor. Sonuçta korku da gerilim de olanı biteni çözmeye çalışma gayreti de hep boşa çıkıyor. Aileyle tanışma faslının başladığı ikinci bölümde ise yine uzun sohbetlerle dolu planlar var; ancak bu bölümde filmin üzerine bina edildiği yolculuk diyaloglarının taşıyıcısı olan Lucy, olayları dışardan izleyen bir yabancıya dönüşürken Jake’in duygularına, çocukluğuna ve travmalarına inmeye başlıyoruz. Sıra dışı bir aileyle oldukça sorunlu bir çocukluk geçirmiş olan Jake’in, eğitim hayatı boyunca başarılı olmasına rağmen ailesi tarafından “yetersiz ama çabalayan” bir çocuk olarak algılanmış, akran zorbalığına maruz kalmış ve uzun yıllar sosyal çekilme yaşamış olduğunu anlıyoruz. Bu vesileyle bir anda hikâye Jake’e giydirilmeye başlıyor ve seyircinin yaşadığı karmaşayı, bu tuhaf aileyi anlamaya çalışırken Lucy de yaşıyor. Genç kadın, aileye Jake ile tanışma hikayesini anlatmaya başladığı anda hikâyenin de kadının yaptığını söylediği mesleğin de hatta isminin de defalarca değiştiğini izliyoruz. Bu vesileyle kadın Jake’in zihninde yaşattığı bir hayalete dönüşmeye başlıyor. Evdeki varlığı ise geri dönüş için Jake’i ikna etmeye çalışırken kendi gerçekliğinin silinişini idrak ettiği katatonik bir kabusa dönüşüyor. Kaufmann bu andan itibaren bizi bütünüyle fiziksel gerçekliğin baş aşağı döndüğü, zaman kaymaları ve mekânsal çarpıtmalarla dolu bir rüya alemine alıyor. Zaman çizgisel bir aks olmaktan çıkıp üzerimize boca edilen çok parçalı bir sisteme dönüşüveriyor. Jake’in ailesi bir anda yaşlanıyor. Lucy başka numaralardan başka biri olarak aranıyor, Jake’in odasında kendisine ait olduğunu bildiği bir şiiri başka birinin kitabı olarak görüyor. Evden çıkmaya çalıştıkça zaman ve mekân değişime uğruyor. Bir şekilde evden çıkıp geri dönerken ikilinin kendilerini aramaya çıktıkları yolun artık sadece Jake’in yolculuğu olduğuna dair sezgilerimiz artıyor. Bu yalnız ve içe dönük adamın, muhtemelen bir şekilde tanışmış olduğu ama hayatına alamadığı bu kadın suretinin kafasında yarattığı; tüm hayatından, ilgi alanlarından, yaralarından ve eksikliklerinden izlerle dolu bir idealin odaklandığı, bir nevi ikame nesne olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Değersizlik patolojisinin kıskacındaki Jake, hayal evrenindeki kadının bile kendisini istemeyeceğine o kadar ikna ki; bu gerçeklikle-hiçlik arasındaki kadın kahramanımız, Jake’i orada da terk etmeyi düşünüyor. Kadın sadece tamamlanmak için bünyeye kattığı bir nesne değil, korkularının da yansıdığı bir projeksiyon haline geliyor aynı zamanda.
Filmin son perdesi oynanırken eve dönüş bir ıstırap yolculuğu haline geliyor. Kadın dönmeye çalıştıkça hava soğuyor, kar ve tipi bastırıyor. Kahramanımız Jake, kız arkadaşını yaşlı Jake’in hademe olarak çalıştığı lise bahçesine götürüyor ve arabadan inip gözden kayboluyor. Onu bulmak ve soğuktan donmamak için arabadan inip okula giren genç kadın, yaşlı Jake ile karşılaşıyor. Bir anda yine zamanın üst üste bindiği bir evrene giriyoruz. Yine yolu kesintiye uğratan bir kapatılma mekânı çıkıyor karşımıza. Bu kez okul, kadını esir alıyor ama artık kimin kim olduğunun hiçbir önemi kalmıyor. İhtiyar Jake’in özlemleri ve hayal dünyası içinde kâh Oklahoma müzikaline göz kırpan bir dans izliyoruz kâh bir domuz simülasyonunun yaşlı Jake’i peşine katıp götürdüğünü görüyoruz. Giderek daha kalın çizgilerle altının çizildiği, dehası takdir edilmemiş ve yetersiz hissettirilmiş bir erkek portresinin trajedisine hakkını teslim etme töreni izliyoruz. A Beautiful Mind’ın ödül töreni konuşmasına gönderme yapan final sekansında yine absürt öğelerle donatılmış, bir salon dolusu insanın genç Jake’in muhtemelen pozitif bilimler dalında kazandığı bir ödül hakkında yaptığı konuşmayı alkışladığını görüyoruz ve izleyenler arasında hayal kahramanı Lucy’nin de nemli gözlerle onu takdir edişiyle film kapanıyor.
Tuhaf rüyalarımızdaki performanslarımızın bile sınırlarını zorlayan bir iş çıkartmış Kaufmann. Bu yönüyle tıpkı bir rüya sonrası olmasını beklediğimiz üzere, film akılda bağlantısı kopuk parçalar halinde kalıyor ve başı sonu belli bir anlatı olarak izleyenin hafızasına tutunması imkânsız hale geliyor. Bu anlamda bütün unsurlar çalışıyor ve filmi başarıya götürüyor. İzlediği şeyi kodlamaya ve bir bulmaca çözer gibi parçaları birleştirmeye çalışan izleyiciye meydan okuyor ve düşünsel katılıma değil sezgisel katılıma yer açmaya çalışıyor. Yönetmenin, modernizmin anahtarı olan açıklama gayretini kendi yaratıcılığı zemininde geçer akçe saymadığı besbelli. Film boyunca da bu, bir yere varma gayretinin kendisiyle olan sorunlarını sürekli açık ediyor zaten.
Benim için alışkın olmadığım bir seyir deneyimi oldu her anlamda, filmle bütünüyle el sıkıştığımı söylemek zor. Bana kalırsa Kaufmann için bir ustalık işi de değil. Sezgilerimize açılmak isteyen bir yönetmenin, o evreni kurarken bu kadar kültürel referansı anlık bir iştahla üzerimize boca etmemesini, rüya aleminin yarattığı etkiyi baltalayan kültürel metinleri dayatırken bir oturup soluklanmasını tercih ederdim. Bu hissetme gayretine de set çekiyor. Yine de I’m thinking of ending things bu yılın en dikkat çekici işlerinden biri gibi görünüyor. Her sinefilin tanışması gereken yeni ve özgün bir sinema deneyimi yaşatıyor.