Skip to main content

Tota ve Chitao çifti, yanlarına “umut” dışında çok da bir şey almadan küçük kasabaları Esquina’yı terk edip büyük şehirde daha iyi bir gelecek kurma hayaliyle adım atarlar Buenos Aires’e. Takvimler 30 Ekim 1960’ı gösterdiğinde çiftin ilk erkek çocukları dünyaya gelir: Diego Armando Maradona…

Birçok kişi tarafından futbolun gelmiş geçmiş en büyük sanatçısı olarak kabul edilen Diego da çocukluğunda, Latin Amerika çocuklarının çoğu gibi tenekeden yapılmış derme çatma bir çatının altında yaşar. Bir damla suyun olmadığı o evde, bulaşık yıkanacağı veya banyo yapılacağı zaman mahalle çeşmesinin yolunu tutar yirmi litrelik yağ tenekeleriyle. Her gün karnı ağrıdığı için yemek yemeyen bir annesi vardır Diego’nun; o ve yedi kardeşi yemek yiyebilsin diye.

Diego’nun ilk işi 13 yaşındayken başladığı böcek ilaçlama olur. Her gün sabah 7’de evden çıkan Diego, bütün gününü binalardan binalara gezerek, hamamböceği avında geçirir. Otobüsle çalıştığı yere giderken bir pizzacıdan burnuna gelen kokular her gün sarhoş eder onu. Diego, ilk maaşıyla annesini bu pizzacıya götürür. Ayrıdır annesi Diego için, Diego da annesi için. Bir gün Diego’yu dövmeye çalışan babasına şöyle çıkışır Doña Tota: Ona dokunursan, gece sen uyurken seni öldürürüm.

İlk topunu kuzeni Beto hediye eder ona, geceleri topuna sarılıp uyur. Topun peşinden koşmak onun her zaman en büyük tutkusu olur. Henüz on yaşına varmamışken top peşinde foseptik çukuruna düşer Diego. Boynuna kadar pisliğe batar. Amcası o an yetişip kurtarmasaydı belki de hiç alamayacaktık 25 Kasım akşamı ölüm haberini Diego’nun…

Bir öğleden sonra çocukluk arkadaşı Goyo gelip “Geçen Cumartesi Argentinos Juniors’un denemelerine katıldım ve başka çocuklar da arıyorlar” der. Diego, babasının işten dönmesini bekler bir heykel gibi. Babasını güçlükle ikna eder ve o Cumartesi, antrenörün “Sen kal” demesiyle birlikte onu dünya çapında, Maradona ismiyle tanıtacak süreç başlar.

Teneke çatıların altında yaşayan, en büyük lüksleri kırk yılda bir et yemek olan çocuklar için Diego, bir sembolden de ötedir. Çocuklar, ayakları yere bastığında kaparlar futbol topunu. Sonrasında ise başlarlar peşinden koşmaya. Hayalleri vardır; bir gün “Fioritolu çocuk” gibi dünyanın en tepesinde olmak, dünya kupasını kaldırmak, topraklarını işgal eden ülkeye tüm dünyanın gözü önünde dersini vermek, ailelerini yoksulluktan kurtarmak veya en azından annelerini bir pizzacıya götürebilmek gibi.

Meksika’da düzenlenen 1986 Dünya Kupası’nda ülkesinin savaşta yapamadığını yapar Diego. İlk önce o meşhur “tanrının eli” golünü atar ve ardından Arjantin yarı sahasında ayağına aldığı top ile bütün rakip takımı ipe dizerek yüzyılın golünü kaydeder. 1982’de Malvinas’ı işgal eden İngiltere’yi tüm dünyanın gözlerinin önünde tabir-i caizse aşağılayarak Arjantin’in intikamını alır.

“Başta uyuşturucu seni coşturur. Şampiyonluk kazanmak gibidir ve şöyle düşünürsünüz: Yarının ne önemi var eğer ki bugün şampiyonsam” ifadesinin sahibi, Napoli şehrinin azizi, Arjantin’in tanrısı Diego’nun kokainle olan ilişkisi 1982’de Barselona’da başlar. 1991 yılında sanatını Napoli’de icra ettiği dönemde uyuşturucu kullandığı için ceza alır. 2000 yılı ise Diego için bir dönüm noktasıdır. Aşırı doz, kalp krizine yol açar ve Diego, kendisine kollarını açan Küba’ya giderek rehabilitasyona girer.

1994 yılında, idrarında bir çeşit doping olan efedrine rastlanması sebebiyle 1994 Dünya Kupası biter onun için. Dünya kupasından men edilmesiyle birlikte futbolun kötü çocuğuna dönüştürülür. Buna asıl sebep, bağımlısı olduğu kokain veya idrarında rastlanan efedrin elbette değildir. Diego’yu şeytan ilan ettiren, yalnızca gol atıp çenesini tutan bir futbolcu olmamasıdır; Diego konuşur, açıktan FIFA’yı hedef alır, futbolcuların haklarını savunur ve o konuştuğunda dünyanın dört bir yanında sesi yankılanır. O, Diego Armando Maradona’dır. İsmi dünyada FIFA’dan daha çok bilinen, futbolun en önemli figürüdür. “Siyah ya da beyazım; asla gri olmayacağım” diyendir ve asla Pele gibi örnek futbolcu olamayacaktır.

10 numara Bizim Amerikalı

1986’da Diego’nun İngiltere’yi devirmesi yalnızca Arjantin’in intikamını simgelemiyor; Latin Amerika’nın emperyalizme karşı mücadelesinde de bir sembol niteliği taşıyordu. Diego, hayatı boyunca hiçbir zaman taraf olmaktan çekinmedi ve durduğu yer de hiçbir zaman güçlülerin tarafı olmadı. 2005 yılında Mar del Plata’da Evo Morales, Emir Kusturica ve Manu Chao ile birlikte ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı İttifak) trenine binmeden önce şu sözleri söyledi: “Arjantinlilerden onurumuz için gittiğimizi anlamalarını istiyorum. Bizim olanı savunmalarını istiyorum. Bu trene binerek Bush gibi bir pisliği reddetmek bir Arjantinli için büyük gurur.”

Diego hiçbir zaman geri durmadı Bizim Amerika’yı savunmaktan. Bolivya’da geçtiğimiz yıl Evo Morales’e yapılan darbeye karşı sesini çıkaranların en başında o vardı. Chavez’i ve Bolivarcı devrimi ABD’ye karşı o savundu. Arjantin’de polis tarafından kaybedilenlerin sesi olmaya çalıştı. Neo-liberal Macri iktidarı döneminde en çok ses yine ondan, Diego’dan çıktı.

Fidel’in dostu

Diego’nun Fidel ve Küba ile olan ilişkisine ayrı bir parantez açmak gerekir. Fidel, 1987 yılında tanıştığı Diego’ya uyuşturucu bağımlılığından kurtulması için ülkesinin kapılarını açar. Diego, Küba’ya giderek rehabilitasyona girer ve şu sözleri söyler: “Kendi ülkemin klinikleri beni kabul etmezken Küba bana kucak açtı. Fidel bana kapılarını açtı. Benim yaşamamı o istedi.” Küba’nın Diego’ya kapılarını açması ülkeyi onun ikinci vatanı haline getirir. Diego, omzuna vatandaşı Ernesto’nun ve baldırına Fidel’in dövmelerini yaptırır. 2000 yılında çıkan “Yo Soy Diego” adlı otobiyografisinden kazandığı telifin tamamını Küba’ya bağışlar.

Bu arada Fidel ile olan ilişkisi de Diego’nun Küba’da geçirdiği dört yıl süresince sıkı bir dostluğa dönüşür. Bu dostluk 2016 yılında yine bir 25 Kasım’da Fidel ölene kadar devam eder. 2015 yılında Küba’nın Granma gazetesinde bu iki dostun birbirlerine yazdığı mektuplar yayımlanır. Diego kaleme aldığı mektupta dostu Fidel’e şöyle yazar: “Fidel, yıllarca süren samimi dostluğumuz boyunca senden bir şey öğrendiysem o da sadakatin paha biçilemez olduğu ve bir arkadaşın dünyadaki tüm altınlardan daha değerli olduğudur.”

2016’da Fidel’i kaybettiğimiz zaman ise Diego şu açıklamayı yapar: Fidel benim ikinci babamdı, onun ölümünden sonra hissettiğim en büyük acı bu.” Tarih tesadüfleri sever. Diego da yakın arkadaşından, ikinci babası olarak gördüğü Fidel’den tam 4 sene sonra aynı gün hayatını kaybeder.

Bize yaptıkların için teşekkürler

Bu yazı boyunca Maradona’dan Diego diye bahsettim. Diego benim askerlik arkadaşım değil veya kendisiyle bir yerde iki tek atmışlığımız yok. Ondan ismiyle bahsetmemin nedeni Diego’nun tıpkı Fidel gibi, Ernesto gibi bir soyada ihtiyaç duymaması; bizden birisi olması. Tanrı olarak görülen, ismine din/mezhep kurulan adamın aslında hepimiz kadar insan olması… Hayatı boyunca Diego; güçlülere ve zalimlere karşı son derece ‘saygısızdı’. Dönemdaşı birçok futbolcu sonrasında hegemonik medyalarda, rahat koltuklarda poz verirken Diego, omzundaki Che dövmesini gururla sergileyen, futbol endüstrisinin kirli yüzüne karşın rahatça konuşabileceği Telesur stüdyolarını seçti. Diego, belki ‘örnek’ bir sporcu hayatı yaşamadı ancak hiçbir zaman da halkın yanından ayrılmadı. Tanrılık mertebesine çıkarıldığında bile Fioritolu çocuk olarak kaldı. “Şişman, alkolik, kokainman…” Ne derlerse desinler; Arjantin’de bir duvarda yazdığı gibi, “Kendine ne yaptığın umrumuzda değil; bize yaptıkların için teşekkürler.”