Anılardaki birçok detayla olmasa da parça parça görüntülerin akla düşmesiyle hatırlanan yaşlar kimimiz için üç, kimimiz için beş. Sofrada yenen yemeğe ya da günün yorgunluğunu dindiren kahveye eşlik eden sohbetlerde, annemle birlikte daldığımız hatıralar denizinde, ondan duyup da hayal meyal hatırladığım bir şey benim için ne kadar erken bir yaşa denk geliyorsa, insanın kendi yaşam yolculuğunda hatırladığı, geçmişin sınırlarına dair sorular da aklımda o kadar yoğunlaşıyor. Seslerle ve müzikle kurulan ilişki söz konusu olduğunda ise birebir hatırlamanın verdiği şaşkınlık, yerini başka şeylere bırakabiliyor; yıllar sonra büyük keyifle dinlenen birçok sanatçının aslında anne karnında dinlenmeye başlandığı, bu güzelliği kendisine bahşetmiş o anneden duymak ve müziğin sonsuzlukla kurduğu bağı düşünüp gülümsemek gibi.
Ergin Günçe’den ilhamla söylersem; bu yazının “alnımda mayalanmasına” [1] sebep, Jimmy Sabater’in annesine adadığı 1970 tarihli albümü ve bu güzelliği renkli bir şekilde tamamlayan kapaktaki görsel tasarım oldu. Albüm, adıyla bu konsepti özetliyor; “El Hijo de Teresa”, Türkçesiyle “Teresa’nın Oğlu”.
Ataerkinin temelinde yer alan “babadan gelen soy” düşüncesinin dile yansıyan boyutları arasında, bireylerin “babasının oğlu/kızı” olarak tanımlanması da yer alırken; Sabater’i, müzikal kariyeri için attığı bu önemli adımda, yani ikinci solo albümünde “Nestor’un Oğlu” değil de “Teresa’nın Oğlu” olarak dinliyoruz.
New York’ta yaşayan Porto Riko göçmeni birçok Nuyorican gibi Doğu Harlem, nam-ı diğer El Barrio’da doğup büyüyen Jimmy Sabater, 1970 tarihli albümünde dinleyenleri Karayipler’deki müzikal köklerde yolculuğa çıkarırken, bir yandan da anne karnında eşlik ettiği ritimlere doğru yolculukta adeta. Birebir hatırlanan kişisel geçmişin ötesine geçilmesi, sömürge tarihi boyunca “kızlı-erkekli” dans edip, dansla beraber direnişi de harlayan müziklerle birçok zinciri kırmayı başaran kölelerin özgür sesine kulak vermeyi de sağlıyor.
Teresa’nın Oğlu
Arjantin’den Atahualpa Yupanqui, Küba’dan Carlos Puebla ve Şili’den Violeta Parra’nın kırsal ve kentsel müzik arasında kurdukları yeni köprülerin, birçok ülke müziğini etkisi altına alacak olan Nueva Cancion ve Nueva Trova akımlarını şekillendirdiği 60’lı yıllarda, ABD’de yaşayan siyahların öncülüğünde gelişen Sivil Haklar Hareketi, tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi Karayipler’den bu ülkeye göç edenlerde de yansımasını bulmuştu.
Bu yansımaların New York sokaklarında güneyli seslerle buluşup müziğe bıraktığı izlere baktığımızda; bir sokak çetesini politik motivasyonu yüksek bir müzik grubuna dönüştüren The Ghetto Brothers’tan, latin caz müzikle beraber dönemin diğer belli başlı türlerindeki yolculuğunu “salsa patlaması” sürecinde psychedelic ve politik ögelerle güçlendiren Eddie Palmieri’ye kadar birçok farklı ismi görüyoruz.
Porto Riko ve Küba başta olmak üzere, Karayipler’den aldığı göçlerle birlikte kendine has güneyli seslerin yaygınlaştığı ve sokaklarından dev stadyumlarına taşındığı New York, 1964’te kurulan Fania Records’un ivmelendirdiği bir sürecin sonunda yani 70’li yıllarda “salsa patlaması”nın merkezi haline gelmişti. Jimmy Sabater, bu sürecin taşlarını döşeyen müzikal yeniliklere katkı sunan önemli gruplardan Joe Cuba Sextet’in vokalisti olarak tanındı.
Müzikle beraber köklerde yapılan her yolculuğun kimlik arayışındaki kitlelere rehberlik ettiği yıllarda, Karayipler’den taşınan müziklerin soul ve R&B müzikle harmanlandığı boogaloo türünün gelişiminde önemli bir rol üstlenen Joe Cuba Sextet ile çalışmalarına devam eden Sabater, bu türün etkisinin hissedildiği şarkıları 60’ların sonunda piyasaya sürdüğü solo albümlerine de taşıdı.
Bu albümlerden ikincisi olan “El Hijo de Teresa”da funk ve soul müzikle etkileşim nispeten daha az hissediliyor. Köklere uzanan müzikal köprüler ise “Yroco” adlı şarkıda en renkli halini alıyor. Afro-Küban dini geleneklerle doğrudan bağın kurulduğu bu şarkı dışında, keyifli bir charanga örneği olan “La Flauta”, sanatçının anne karnından itibaren kulağına taşınan melodilere eğlenceli bir saygı duruşu niteliğinde. Albümünü annesine adayan Sabater, bu durumda genel olarak beklenebilecek duygusal bir yük yerine, adeta anne karnından o güne dek taşıdığı ve “Teresa’nın oğlu” oluşuyla bağlantılı bir yaşam coşkusuna ses veriyor. Bu yaşam coşkusunun topluma yayılması için yaşamayı ve yaşatmayı önceleyen bir bilinçle; baba figürünün reislikle özdeşleştiği bir aile kurumunu kutsamak veya ihtiyaç duyulduğu ölçüde kolayca öldürmenin bahanesine dönüşebilecek başka bir kutsallığa katkı sunmak adına değil, yaşamın ilk durağının kendiliğinden değerinin ve güzelliğinin bilinciyle seslerin ve görüntülerin peşinden gitmek de bize kalıyor.
[1] Cemile Hanım çay getiriyor türk bardağında ve
sıcacık poğaçalar
Uzakta ırmağın ışıkları yanıyor, otobüsler geçiyor
Alnımda bir şiir mayalanıyor ve galiba işte bu satırlar
Kaptığım gibi çocukları dışarı uğruyorum ve
içiyorum bir sürü sigaralar
(Cemile Hanıma Son Gelen Fotoğraflar Üstüne Bir Söyleşi – Ergin Günçe)