Christian Petzold’ün 2020 yapımı son filmi Undine, adını Avrupa’da sözlü geleneğin ve mitolojinin önemli bir parçası olan su perisinden alıyor. Hakkında türlü tevatür bulunan bu efsanenin filme konu olan versiyonu: Undine, nympha ve denizkızlarının benzer canlılar oldukları, ormanların içinde bulunan uzun göllerde yaşadıkları üzerine. Adını İspanyolca “unda” yani dalga anlamına gelen, Avrupa dillerinde kökeni suyu çağrıştıran bir kelimeden aldığı söyleniyor. Hikâyenin bütün versiyonlarında tema çoğunlukla ölüm-yaşam ikiliği üzerine işliyor. Petzold de filmi aynı kavramsal ikiliğin açıklığına oturtuyor. Mitik sözlü külliyatın tüm hikâyelerinde, insan hazzının bir tür dizginleyicisi olarak görülen “lanetlenme” kavramı; çoğunlukla adaleti pay eden tanrılardan, yani otoriteden gelen bir ceza yöntemi olarak imlenir. Sınırları hazları adına geçenler, bahşedilmiş en büyük haz olan yaşam hakkından sürgün edilirler. Bu lanetleme kavramının modern mirası ise adli sistemde suç-ceza konseptine devretmiş diyebiliriz. Bu defa normun ihlali bir tür modern lanet olarak geri dönüyor toplumlara. Undine’in hikâyesinde de yine tanrıların“dişi” olanın boynuna bıraktığı lanet; ölümsüzlüğün vahası olan suları, arzusu adına terk edip aşkı için ölümlü hayatı seçen Undine’in eğer aşkı onu aldatırsa, onu öldürüp ait olduğu sulara geri dönmek zorunda olması. Yani hayatta kalmak için lanetin emri olan cezayı sevdiği kişiye kendi elleriyle kesmesi gerekiyor. Filmin anlatısı da Petzold’ün ellerinde, yine modern dünyanın kodları arasına yedirilmiş bir masal olarak işliyor. Petzold’ün Lincoln Film Center için verdiği çevrimiçi mülakatta, kendisine filmin bir yanının tamamen reel bir şimdide geçtiği, diğer yanının ise sanki bu realitenin bir parçasıymış gibi işleyen sürreel bir janr anlatısı gibi olduğu söylendiğinde verdiği yanıt Petzold filmografisini anlamak için de önemli bir izlek sunuyor.
Yönetmen, sözlü geleneğin ve mitolojinin taşıyıcısının genelde edebiyat olduğunu ancak erken dönem Alman sinemasında mesela Murnau ya da Fritz Lang’ın; Janr filmlerinin, sözlü geleneğin, sürreel hikâyelerin enstrümanlarına filmlerinde yer vermiş olduklarını ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu devrin bir anlamda kapanıp, Almanların birden bire ciddileşmek durumunda kaldığını, hikâyelerin de hep bu katı gerçeklik şeması etrafında kurulduğunu söylüyor.
Bu filmde de Undine isimli genç bir sanat tarihçisinin, her gün Berlin Kent Geliştirme Enstitüsü’ndeki işine giderek, Berlin’in birleşmeden sonraki mimari dönüşümünü ziyaretçilere yaptığı sunumlarla anlattığını görüyoruz. Anlatı bu sayede, fonda Berlin’de durmadan yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş hafıza hakkında da paralel bir hikâye anlatıyor. Paralel diyorum çünkü Undine filmin başında tıpkı efsanede olduğu gibi bir başkası için terk ediliyor. Onu aldatan adamı öldürmek zorunda olduğunu düşünürken, modern zamanın ruhuna uygun olarak yeniden âşık olmayı seçiyor. Arzusunu sahiplenip bu kez onun dünyasından sayılabilecek bir sanayi dalgıcına âşık oluyor. Tıpkı Berlin’deki değişen mimari gibi Undine’in hikâyesi de yıkılıp yeniden kuruluyor sürekli. Ama Berlin’i de Undine’i de laneti bırakmıyor.
Petzold’ün öteden beri Doğu Almanya’nın çöküşünden sonra yaşanan birleşme dönemine dair hikâyelere takıntılı olduğunu biliyoruz. Ancak Transit’ten beri bu yakın dönem hafıza kazılarına ya da politik yüzleşmelere birer hayalet musallat etmeyi ihmal etmiyor. Bu hikâyede de sonunda suya dönen Undine’in gerçekten bu dünyaya ait olup olmadığını asla anlayamıyoruz. Bir hayalet gibi gelip geçiyor hikâyeden. Aşk ikinci kez lanetin ayağına dolanınca her şeyi bırakıp sularına, kendi genişliğine dönüyor Undine. Onu seven adam yeni bir hayat kuruyor ancak Undine’i bir rüya gibi hatırlıyor. Başka bir zamansallıkta asılı muğlak bir geçmiş gibi. Yönetmen bu hikâyede de yine Transit filminde aşkları yarım kalan ancak seyircinin çok sevdiği bir ikiliye yer veriyor. Avrupa Bağımsız Sineması’nın yükselen genç yıldızları Paula Beer ve Franz Rogowski’yi başrollerde izliyoruz.
Petzold’ün Undine efsanesini seçme nedenini anlatırken; Nina Hoss ile beraber, Alfred Hitchcock’un “Hitchcock sarışınları” olarak bilinen kadın yıldızlarını filmde daima erkek bakışının nesnesi olarak kurduğunu tartıştıklarını, bu anlamda filmdeki Undine’i, İngeborg Bachmann’ın “Undine Gidiyor” isimli hikâyesine yakın bir bakışla yarattıklarını ifade ediyor. Bachmann bu hikâyede, aşkı için suyun devingenliğini, bağımsız ve özgür dünyasını terk eden Undine’in karada erkeklerin düzeni koruduğu normlarla oluşturulmuş dünyada kendine yer bulamayışına dönük isyanını anlatır. Hikâye tamamen Undine adlı su perisinin ağzından anlatılır ve bir erkek ismi olan “Hans”ı genel bir erkeklik imgesi olarak seçerek, durmadan bu isme hitap eder. “Hans”lara ait dünyayı sert şekilde eleştirdiği bir metin kurarak, Undine’in hikâyesini eril bakışın lanetinden kurtarır bir anlamda. Mitolojiye ve onun ürettiği anlatı konvansiyonuna yönelik bir yapıbozum olarak işleyişi ve kadına dilini, itibarını ve özgürlüğünü iade edişi nedeniyle ilham vericidir sahiden.
Mitolojinin esir aldığı Undine’i, Bachmann’ın bakışıyla suya iade etmek güzel bir fikir ancak bu ne yazık ki Petzold’ün senaryosu en zayıf filmi olmuş. Referansları ve fikri bu kadar iyi bir iş, mit ile gerçeğin birbirine geçişine dair detayları önemsemediğinden, seyirci için yer yer hikâyeye ikna olmak açısından güçlükler oluşturuyor. Berlin’in kentsel hafızasına ilişkin öğeleri, kent ve aşk hikâyesi arasındaki paralelliği ikinci yarıda ihmal edip havada asılı bırakması da anlatının bir diğer sorunu olmuş. Daima toplumsal olanı, kişiler arası ilişkilerin yarıklarına doldurarak anlatmayı tercih eden Petzold, sinemasının münhasır gücünü buradan almasına rağmen bu kez elindeki metinsel materyali yeterince etkili kullanamamış görünüyor. Her şeye rağmen bu verimsiz yılın en iyi yapımlarından biri olarak 2020’nin kapanış hikâyesi olmayı hak ediyor.