İlk sezonu 2017 yılında yayınlanan “Babylon Berlin” dizisinin bugüne dek izleyiciyle buluşmuş olan üç sezonunu yakın zamanda izleme fırsatı yakaladım. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Almanya’nın çalkantılı toplumsal ve siyasi atmosferini, her detayıyla kendisine hayran bırakan polisiye bir hikayeye nakış gibi işleyerek yansıtan dizi, yapımı için harcanan büyük paranın hakkının verildiğini düşündürüyor. Büyük çaplı bütçesiyle İngilizce dışındaki bir dilde çekilen en pahalı dizi olmayı başaran “Babylon Berlin”, isminin de hakkını veriyor; etkileyici neo-noir sinematografik unsurlar eşliğinde bizi 1920’lerin sonuna, hedonik arayışlarla yoksulluğun yarattığı zorunluluklar arasında savrulan Berlin’in sokakları, evleri ve eğlence mekanlarına götürüyor. Weimar Cumhuriyeti’ndeki hegemonya mücadelesine Büyük Buhran’ın eklenmesiyle birlikte ortaya çıkan siyasi karmaşa içerisinde, birkaç yıl sonra bu döneme son verecek olan Nazi Diktatörlüğü’nün serpilip büyümesine de tanık oluyoruz. Bir 20. yüzyıl Babilon’unda akıp giden dizi, dönemin özgün kültürel atmosferini yansıtırken müziği de es geçmiyor. Akla kazınan melodiler kimi zaman bir kabare, kimi zaman bir swing caz kulübü, kimi zaman da hipnoz etkisinde arşınlanan tekinsiz sokaklarda yankılanıyor.
Neredeyse tam bir yıl önce bu dönemlerde “Godfather of Harlem” dizisinin her hafta bir yenisi yayınlanan bölümlerini merakla bekleyip duruyordum. İkinci sezonu önümüzdeki Nisan ayında seyirciyle buluşacak olan ve 60’lar Harlem’inden gerçek bir mafya hikayesini anlatan dizide, aynı zamanda yoksulluk ve ırk ayrımcılığının yarattığı büyük çıkmaza karşı gelişen toplumsal hareketler de güçlü bir kurguyla hikayenin parçası haline geliyordu. Dizi için bestelenen şarkılar ise dönemin yaygın dinlenen tarzlarından günümüz tarzlarına dek farklı örnekleri kapsayan geniş bir yelpazeye sahipti. Bu şarkıların her biri, ilk sezon boyunca peşinden gidilen hikayenin farklı katmanlarıyla bütünleşiyordu.
Harlem’in sokaklarında Bumpy Johnson’la Malcolm X’in yollarını kesiştiren bu dizi sayesinde, ilk defa dizi müziklerine dair bir yazı yazmıştım. Şimdi de benzer bir şeye sebep olan “Babylon Berlin” var sırada.
Kumla dolu saat
Dizinin ilk sezonu, komiser Gereon Rath’ın Köln’den Berlin’e sürüklenişiyle başlıyor. Bu sürüklenişe sebep olan şeyin gizemi çözüldükçe, sistemin ve toplumsal yapının gittikçe daha büyük bir yozlaşmanın içine gömülüşünün yansımaları, seyircinin merakını arttıran yeni maceraların kapısını aralıyor. En çok da ikinci sezona taşınacak olan bir “altın meselesi” ön plana çıkıyor. Stalin – Troçki mücadelesinden, Nazizm’in yükselişine uygun bir zeminin Weimar Cumhuriyeti’ndeki varlığına kanıt gibi görünen iktidar mücadelelerine dek geniş bir siyasi sahnenin aktörleri, Berlin’de mahsur kalmış altın yüklü bir trenin etrafında adeta seyirciyle birlikte sezon sonunu bekliyor ve elbette kendi çıkarlarına uygun bir son için hazırlıklarını yapıyorlar.
Bir tren etrafında kendisini açığa çıkaran bu çok taraflı mücadele kimi zaman hikayenin epeyce karmaşıklaşmasına sebep olsa da “kakofoniye gömülmüş bir dönem”[1] gerçekliğinin çok boyutlu ele alınışında bir miktar kafa karışıklığı olmaması imkansız. Tam da böylesi anlarda internette bir bilene danışmak, anlatılan dönemin tarihsel gelişmelerine şöyle bir göz atmak ve hatta bu arada “Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi”, “Wedding Barikatları” gibi kitaplardan haberdar olmak da ayrı bir keyif.
Özellikle ilk iki sezonda birçok kilit sahneye mekan olan ve Berlin’in 1920’lerdeki eğlence hayatından kesitler sunan Moka Efti, kakofonik bir dönem gerçekliğinin müzikteki ve danstaki yansımalarına da ev sahipliği yapıyor. Bölümler ilerledikçe komiser Rath’la beraber polisiye maceraların peşinden daha çok koşmaya başlayacak olan Charlotte Ritter’le kapısından girilen bu mekan, dönemin kabare kültürünü hatırlatırken, akla 1972 tarihli Cabaret filmini de getiriyor. Yine aynı dönemlerde Berlin’de geçen bir hikayeyi anlatan film nasıl ki müziğiyle “Life is a Cabaret” sözlerinin akla kazınmasını sağlamışsa, Moka Efti’nin görkemli sahne şovlarını ustalıklı bölüm sonu kurgularıyla bize izleten “Babylon Berlin” de “Zu Asche, Zu Staub” şarkısıyla aynı etkiyi yaratıyor.
Şarkıdaki yükselişin zirve yaptığı davul solosundan, swing caz kulübü sahnelerindeki danslara eşlik eden müziklere doğru bir caz köprüsü kuruluyor. Bu köprü üzerinde yolculuk eden melodileri duymak dizinin genelinde mümkün. Neo-noir atmosfere katkı sunan daha karanlık müzikler ise elbette farklı köprüleri kullanıyor. “Godfather of Harlem”den bahsederken andığım ve “Peaky Blinders” dizisinde de başarılı örneklerine rastlanan, günümüz müziğinden tarzlarla geçmiş bir dönem anlatısına katkı sunmak “Babylon Berlin”de tercih edilmemiş.
Mekanik saat
İlk iki sezonu birbirine bağlayan maceraların yerini tazelerine bıraktığı, bu sebeple en başlarda bir kopukluk hissi olsa da ilerleyen bölümlerinde bunun aşılmasını sağlayan üçüncü sezonda ise bu sefer “hayalet meselesi” ortaya çıkıyor. Bir film seti ve orada yaşanan esrarengiz cinayetlerden hareketle Alman Dışavurumculuğu’nun unsurlarını daha yoğun bir şekilde yansıtan bu sezonda da toplumsal ve siyasi atmosfere dair güçlü anlatımlar bizi bekliyor. Özellikle Büyük Buhran’ın kapıya dayandığı günlerin nelere gebe olduğunu izliyoruz. “Avrupa’da dolaşan hayalet”in taşıdığı potansiyelin gerçekleştirilememesi sonucu, makineleşmiş haliyle “yeni insan”ın yükselen faşizme doğru bir basamağa dönüşmesi kaçınılmaz oluyor. Arka planda ise Nazizm’in şekillenmesinde etkileri olan ve ilk sezondan itibaren gittikçe daha detaylı bir şekilde ortaya konan okültizm – bilim harmanı, önemli bir mekanizma olarak işliyor.
Birbirine dişliler gibi geçip yeni bir toplumsal makinanın ana unsurları olmaya namzet hale gelen “yeni insan”, film setinde gezinen ve cinayetler işleyen bir “hayalet”in gizemi çözülmeye çalışılırken kaleme alınan sözleriyle “Elsa Mechanik” şarkısında tanımlanıyor adeta. Ancak yine bu sezonda, kişisel hikayesine dair daha derinlemesine bilgiler edindiğimiz Reinhold Graf karakterinin seslendirdiği “Du bist alles” şarkısıyla “Elsa Mechanik”e karşı romantik bir müzikal duruş da ortaya konuyor. Dizide sadece akordeonun eşlik ettiği bu şarkı, Graf karakterine hayat veren Christian Friedel’in solisti olduğu Woods of Birnam tarafından Synthpop’a kayan tarzda keyifli bir şekilde yeniden yorumlanmış. Dizideki mekanlarda oyuncuları karakterlerinden arınmış bir şekilde ve şarkıyı söylüyorken görmemizi sağlayan video klip ise bu yeniden yoruma ayrı bir tat katmış.
Dizinin dördüncü sezonunu beklerken, “bu sefer ayak sesleri çok daha fazla duyulacak olan yeni toplumsal makineye karşı sesini romantik makamdan değil, “Yan Babilon” makamından yükseltecek müzikler duyacak mıyız?” sorusu akılda. O zamana kadar da Bandista’nın o güzelim şarkısı kulağımızda olsun.
[1] https://www.evrensel.net/yazi/86119/makine-insana-bir-adim-kala