Skip to main content

Berlin Okulu olarak bilinen; genelde Bağımsız Avrupa sinemasının, özelde de Alman sinemasının güncel diline yön veren akımın en önemli yönetmenlerinden biri sayılan Christian Petzold’ün, senaryosunu hocası olan Harun Farocki ile birlikte kaleme aldığı 2018 yapımı bir film Transit.

Kendimi, vizyon tarihinin üstünden iki yıl geçmesine rağmen bu film hakkında yazarken bulmamın birkaç önemli nedeni var; en önemlisi Petzold’ün bir yönetmen olmaktan çok, sinemanın teknik olanaklarını kullanarak geçmiş-şimdi aksında mekik dokuyan bir hikâye anlatıcısı olması. Düşünsel evrenine takılan konuların, hem yaşadığı ülkenin hem kendisinin halledemediği toplumsal dertlerin bireysel hikâyelerdeki izlerini sürüyoruz. Anlatısının çoğunlukla zaman aşımından mustarip gibi duran, döngüsel bir biçimde kendini yeniden üreten temalar etrafında turladığını, filmografisine hâkim birinin fark etmesi çok kolay. Yönetmenlerin, izleyiciyi kendi obsesyonuna ikna edebildiği görsel ya da yazınsal yaratıların diğer yaratıcı ürünlerden ayrılan bir dehası var bana kalırsa. Petzold’ün işleri, güncel sinemada bu dehanın en incelikli örneklerini oluşturuyor.

Türkiye’de baskıcı zamanlarda aşk üçlemesinin önceki iki filmi olan Barbara ve Phoenix’ten tanıdığımız yönetmen bu filmi; Anna Seghers’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarından kaçanların, Fransa’nın henüz işgal edilmemiş bir bölgesi olan Marsilya üzerinden başka ülkelere geçiş hikâyelerini konu alan romanından esnek bir biçimde uyarlamış. Georg isimli Alman bir mültecinin, henüz intihar etmiş olan bir yazarın kimliği ve vize belgeleriyle Marsilya’dan Meksika’ya göç etme hikayesini izliyoruz; fakat filmi romandan ayıran çok temel bir fark var. Petzold 1940’larda geçen bu hikâyeyi, romandan farklı olarak 2010’ların dünyası içinde anlatmayı deniyor. Yani repliklerin ya da yer yer sanat yönetiminin, estetik bazı öğelerin bize 1940’larda olduğumuzu hatırlattığı ancak mekânın, görsel evrenin, karakterlerin bütünüyle şimdiye ait olduğu geçmişten geleceğe gönderilmiş bir mektupla zamanda yapılan bir yolculuk hissi veriyor film.

Yönetmenin bu türden bir biçimsel ve anlatısal tercihte bulunmasının nedeni; Avrupa tarihine ve onun bugün ulus-devletler için temsil ettiklerine, güncel sorunlarımız etrafında yeniden bakmak. Savaş, işgal, göç, sınırlar, soğuk savaşın politik kalıntıları, holokost gibi büyük temaları, edebiyatın metinsel gücünü arkasına alarak kurduğu mikro ölçekteki insan hikâyelerinin perspektifinden yeniden düşünmeyi öneriyor. Georg’un kaçış hikâyesini izlerken; tıpkı yaşadığı tekinsiz anın hissiyatına uygun olarak geçmişi ya da geleceği olmayan, yerinden edilme yoluyla kimliği ve varlığı gasp edilmiş, bir ölünün gölgesinde hayatta kalmaya çalışan bir hayaleti izliyoruz. Georg’un etrafında, tıpkı onun gibi kaçmaya çalışan mülteciler de birer hayalet gibi gelip geçiyor hikâyenin içinden. Geçmişin hayaletlerini, felaketin bugünkü mekânlarında dolaştırıyor Petzold. Geçmiş bir an için kurtarılmayı bekleyen bir an olarak parlayıp sönerken tarihin çizgisel bir ilerleme hattı olmadığını görüyoruz. Tarihi geçmişe ait olarak görme yanılgısını hatırlatarak, aynı felaketlerin güncel bir sahnelemeyle yeniden yaşatıldığını, sınırların, kaçışın ve hayatta kalma uğraşının şimdi çok daha yakıcı şekilde Ortadoğu’daki savaşlar etrafında yaşandığını düşündürmek istiyor. Bunu yapmaya çalışırken bu defa işgal mekânı olarak Avrupa kıtasını ve Avrupa içinde de henüz işgal güçlerinin ilerlemediği bir kara parçası olarak Marsilya’yı seçmesinin de özel bir anlamı var. Kendisinin de ait olduğu topluluğa yüzünü dönerek konuşmak istiyor. Dünyada bir yerlerde felaketler olurken kendilerinin de güvenli alanda olma rahatlığıyla hareket edemeyeceklerini, Avrupalılara kendi tarihleriyle yüzleşerek hatırlatmayı denediği bir sorumluluk çağrısı olarak okumak da mümkün.

Kaçış hikâyesini, Georg’un kimliğini takas ettiği yazar Weidel’in eşiyle yaşadığı bir aşk hikâyesi etrafında, yine Weidel’in romanlarından parçalar olarak kurulan anlatıcı sesle örüyor. İlerleme mefhumunu anlatının akışına müdahale etmeden, bağlam üzerinden incelikli bir biçimde sorguluyor. Dünya Savaşı gibi tarihsel bir “istisna durumu”nun, yine kendini üreten gerekçelerle bir istisna olmaktan çıkıp nasıl kurumlaştığını, nostaljik referanslara göz kırpan bir hikâye üzerinden anlatarak bugünün steril toplumlarına (geçmişin kırbacıyla) şimdi içinden konuşuyor. Yine toplumsal felaketlere dair imajları, özgün film grameriyle sunmayı başarıyor.

Kültür

Zaman

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023
Kültür

Nazmiye

Eylül DanışmanEylül DanışmanAğustos 2, 2023