Ocak 2020’de başlayan koronavirüs salgını hızla tüm dünyayı etkisi altına aldı ve pandemi ilan edildi. Tüm yaşamımızı etkileyen bu salgının ilk aylarında gündem bireysel ve toplumsal sağlık sorunları olsa da zaman geçtikçe salgının verdiği ekonomik zarar etkisini hissettirmeye başladı. Aradan geçen yaklaşık 8 ay sonra, bugün, dünya bir yandan sağlık sorunları ile mücadele ediyor diğer yandan da bozulan global ekonominin kötü etkilerini azaltmaya çalışıyor. Hükümetler farklı alanlarda hazırladıkları yardım paketleri ile vatandaşlarını hem virüsün kendisinden hem de ekonomik zararlarından korumayı amaçlıyor. Geçtiğimiz hafta Ankara Sanat Tiyatrosu, yaşanan ekonomik zorluklara dayanamadığını ve sahnesine veda etmek zorunda olduğunu duyurdu. Yaklaşık altmış yıldır perdelerini seyircilerine aralıksız açan AST’ın almak zorunda kaldığı bu karar, tiyatroların içinde bulunduğu durumun ne kadar feci olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Son aylarda birçok tiyatro aynı sıkıntıları yaşıyor; kapanıyor ya da kapanmamak için direniyor.
Ülkemizde de yardım girişimleri var, fakat ne yazık ki bu mücadele sürecinde yapılan yardımların yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Bütçenin düşük olmasının dışında yardımların, toplumun her kesimine homojen bir şekilde yayıldığını göremiyoruz. Zaten gelirin de eşit dağılamadığı ülkemizde, çoğu ekonomik sıkıntıda yardıma ihtiyacı olan vatandaşlar için televizyonlarda özel kurumlar tarafından yardım kampanyaları düzenleniyor. Hükümetimiz de attığı mesajlar ile ufak ufak da olsa yardım istiyor; vatandaşlarından, yine vatandaşlarına yardım etmeleri için. Yapılan bu gibi benzer kampanyalar dışında hükümet, pandeminin üçüncü ayında ilk yardım paketini açıkladı ve sanatçılar bu listede kendilerine yer bulamadı. Gerçi salgın sürecinde ilk kapatılan ve son açılan kurumların sanat alanında faaliyet gösterdiğini göz önünde bulundurursak belki de garipsememek lazım.
Ne ilginçtir ki; bundan tam 100 yıl önce yaşanan İspanyol gribi sürecine baktığımızda, Amerika ve İngiltere’de tam tersinin yaşandığını, insanların tiyatroların kapanmasına büyük tepki verdiğini, tiyatrolar önünde metrelerce kuyruklar olduklarını görüyoruz o günün gazetelerinde. Elbette her dönemi kendi koşullarında değerlendirmek gerek; yalnız o günlerde New York belediye başkanının ‘Tiyatrolarımı, karımın evimizi tuttuğu kadar iyi koşullarda tutuyorum’ demesi ile bugün ülkemizde avm’lerin güvenli olduğunun söylenmesinin sebebi aynı: Ekonomik. Tiyatro, 1920’lerin en büyük sosyal aktivitesi ve alışveriş zincirinde önemli bir yere sahipken bugün öyle değil. Hele ki Türkiye’de tiyatro endüstrisi -ki tam olarak endüstrileşmiş değil- gelişmiş ülkelerde kapladığı kadar yer kaplamıyor ülke ekonomisinde. Kaçınılmaz olarak görünmez oluyor sanatçılar. Her ne kadar dernekler ve sendikalar bazında küçük yardımlaşmalar olsa da birçok sanatçı arkadaşımız başka sektörlerde iş aramaya yönelmiş durumda.
Neyse ki bugünün dünyasında sosyal medyanın da yardımı ile bazen dertleri görünür kılmak mümkün. Sadece sanatçıların çabası ile değil, tiyatronun vazgeçilmezi seyircinin de sahip çıkması ile tiyatrocular sıkıntılarına ilgi çekmeyi başardılar. Bu bağlamda, Kültür Bakanlığı özel tiyatrolara her yıl yaptığı maddi desteğin bütçesini bu yıl arttırdı. İki yüzün üzerinde kurum bu destekten yararlandı. Bu yardım, sıkıntıları bir nebze hafifletse de aslında pek çok eleştiriyi de beraberinde getirdi. Bunlardan en önemlisi vergi borcu bulundurmama zorunluluğuydu. Bu koşulun yarattığı problemi anlamak için mevzuatın özel tiyatroları konumlandırdığı pozisyonu bilmek gerek. Gelişmiş birçok ülkede kamu yararına çalışan kurum olarak değerlendirilen özel tiyatrolar, ülkemizde herhangi bir ticarethane ile aynı konumda. Bu sebeple de kapısından girene seyirci ve müşteri olarak bakan iki ayrı yapı oluşmuş durumda.
Seyircisi olsa da birçok özel tiyatro ekonomik sıkıntılar içerisinde kalıyor; çünkü bir tiyatrocu olarak topluma karşı sorumlulukları ile mali sorumlulukları çatışıyor. Ve de bazı koşulları nedeni ile birçok köklü tiyatro bu yardımdan yararlanamadılar. Açıklanan listeden öyle anlaşılıyor ki, aslen eğlence sektöründe hizmet vermek amacı ile kurulmuş pek çok organizasyon şirketi, bu bürokratik durumdan yararlanarak yardımdan payını almış. Sonuç olarak zaten yeterliliği sorgulanan bu destek de ulaşamayınca, özel tiyatrolar kapanmak zorunda kalıyor.
Tam da bu noktada bu mücadelenin yeni olmadığını söylemek gerek. Bugün özel tiyatrolar adına karşı karşıya kalınan sorun pandemi değil, ekonomik. Mart 2020’den önce de kaderine terk edilmiş olan özel tiyatrolar kan ağlıyordu. Bir yandan birçoğu kapanıyor, hayaller ölüyor diğer yandan da yeni hayaller kuruluyor; genç tiyatrocular başka bir yerde sahne açıyordu-belki de kapanacaklarını bile bile…
Seyircisinden başka hiçbir desteği olmayan bu özel tiyatrolar yıllardır bu ekonomik sıkıntıların altında ezilerek üretimlerine devam ettiler. Ödenekli tiyatrolar gibi telif hakkı ödeyemediler; oyun yazdılar, dekor satın alamadılar kendileri çaktılar, iki yüz kişilik salonları kiralayamadılar; alternatif mekanlar bulup elli kişilik sahnelere çevirdiler. Ve tüm zorlukları seyircilerine güvenerek göğüslediler. Bunu her yeni oyuna gelen elli kişiyi biriktirerek yapmaya çalıştılar. Demem o ki popüler kültürde kendine yer arama kaygısında olmayan çoğu küçük bütçeli ama koca yürekli tiyatro, çok uzun zamandır ekonomik sıkıntılar ile boğuşuyordu ve buna katlanmalarının tek sebebi akşam 20.30’da seyirci ile buluşma heyecanı idi.
Ne yazık ki bugün buluşacakları bir mekan yok. Seyircilerin kapalı mekanlara girmesi sağlık açısından uygun değil, açık hava sahnelerinin de hem kirası yüksek, hem de havalar soğudukça kullanılması mümkün değil. Tabii pandemi kurallarına uygun kapalı sahneler var. İstanbul Şehir Tiyatroları, bu zor dönemde sahnelerini özel tiyatrolara açarak kayda değer bir destek verdi; ama İstanbul’daki özel tiyatro sayısının çokluğundan ötürü ne yazık ki yeterli olamadı. Ayrıca sorun sadece İstanbul ile de sınırlı değil. Yine kurallara uygun başka salonlar da var; fakat bunlar yüksek kira bedelleri olan alışveriş merkezi yakınlarına konumlanmış ticarethaneler. Tüm bu olumsuzluklar, seyircisinden ayrı düşen özel tiyatroların binbir zorlukla çekip çevirdiği sahnelerini kapatmasına sebep olacak gibi görünüyor.
Tabii eğer seyirci tiyatrosuna sahip çıkmaz ise… Son dönemde özel tiyatrolar sosyal medyadan tekrar yardım çağrısında bulunmaya başladılar. Bu sefer devlete veya yardım kuruluşlarına değil, seyircilere sesleniyorlar; tiyatronun diğer yarısı olan seyirciye, tarihi ‘insan’ kadar ‘tiyatro’ kadar eski olan ‘seyirci’ye. Henüz yeterli olmasa da, bugünün ekonomik gerçekleri ile hiç uyuşmayan bir romantizmle karşılık veriyor seyirciler bu sese ve sahip çıkıyorlar. Bir tiyatro daha ayakta kalsın diye. Sadece kendisi için değil, hikayeler için; hikayeler anlatılmaya devam etsin diye… Çünkü on binlerce yıl önce bir ateşin başında canlandırılan hikayeler ile bugün perdeler açıldıktan sonra başlayan hikayeler hep aynı sebepten; bu bizim yaşadıklarımızla ve doğayla baş etme yöntemimiz, en ilkel dürtümüz; önce izlemek sonra oynamak ve anlamak. Şimdi izliyoruz.