Skip to main content

Müzik piyasası kültürel tektipleşmenin kapısını aralarken, birçok “kendiliğinden” farklılık, o kapıdan geçmeden kendine yol bulmayı başardı ve başarıyor. Bu farklılıkların var ettiği yenilikler, popülerleştikleri ölçüde iktidarlar tarafından kültürel hegemonyaya eklenmeleri daha acil hale gelen öznelere dönüşüyor. İstenen eklenmenin kotarıldığını düşündürten süreçlerde, “yeninin yenisi”yle karşılaşma ihtimali ve o karşılaşmanın kulaklarla dost bilinçlerde, güçlü yansımalarını bulması ise hiç şaşırtıcı değil. Müzik teknolojisinin gelişimiyle ortaya çıkan yeni imkanların, bu karşılaşmaları stüdyolarda değil sokaklarda tetiklemesiyle doğan rap müzik, sokağa taşan yüklü sorunlardan uzaklaşıp piyasaya uyum sağladığı tarihsel anlarda, kendi alternatif seslerini yine o yeni imkanlardan faydalanarak yükseltmeyi başardı. Bu müziğin temelinde yer alan ve bir enstrüman gibi ses verip başka müzik türlerindeki ses bütünlüğüne de dahil olmayı başaran turntable’lar, hip-hop dj’lerinin ellerinde birbirinden farklı şarkılardan, farklı müzikal ögelerini bir araya getirip yeni bir müzikal akış ortaya çıkaran turntablizmi var ederken, türler arası yolculuğa artık yeni tip bir bilet vardı: sampling.

Hip-hop kültürünün ana sürükleyicisi olan rap müziğin gelişimini başarılı bir şekilde ele alan ve halihazırda dört sezonu yayınlanan “Hip-Hop Evolution” adlı Netflix serisi, 70’li yıllarda başlayan maceranın, çoğunluğu birinci ağızdan anlatımlara keyifli bir şekilde eşlik eden arşiv görüntüleri ve animasyonların katkısıyla adeta yeniden deneyimlenmesine olanak sağlıyor. Rap müzikle bağı zayıf olan birçok kişi için de bu yeniden deneyimleme hissinin geçerli olabileceğini düşündüren şey ise müzik dünyasındaki bir yeniliğin, birçok toplumsal dinamikle etkileşim içinde ortaya çıkışı fikrinin güçlü bir şekilde aktarılmış olması.

Jamaika’da 50’li yıllardan itibaren popülerleşen “sound system” konsepti, ülkeye özgü ritmik müziklerin turntable’larda çıktığı yolculuğun rehberi olan ve bu yolculuğa kitleyi daha da çok katacak şekilde ritmin akışına kendi seslenişlerini ekleyen DJ’leri merkezine alıyordu. Sokaklara taşan partilere Jamaika’nın özgün müziklerini taşıyarak, ABD merkezli müzik piyasasının etkisini kırmakla kalmayan bu konsept içinde politik söylemler de kendisine yer buluyordu. Böyle bir kültürel atmosferde doğup büyümüş ve 12 yaşında New York – Bronx’a ailesiyle birlikte göç etmiş olan Kool Herc ise plakların turntable’lardaki bu yolculuğuna iki önemli yenilik katarak, müzik dünyasında yeni bir türün ilk adımlarını 1973 yılında atıyordu; dönemin ana akım disko müziği yerine funk ve soul müziğe yer vermek ve çaldığı şarkıların, özellikle vurmalı bölümlerini birbirine ekleyerek ortaya çıkardığı yeni bütüne danslarıyla eşlik eden “break” dansçıların da yer aldığı getto için yaratılmış alternatif bir disco dünyasını var etmek.[1]

Kool Herc’ün ardından bu alternatif dünyanın büyük bir dinamizm taşımasına katkı sunan, özellikle Grandmaster Flash isminin öne çıktığı teknik yenilikler ve Jamaika üzerinden Afrika’nın kadim hikâye anlatım geleneğine bağlanabilecek olan MC’lerin “getto seremonileri”nin ritmik ve kafiyeli efendileri olmaya başlamaları, rap müziğin ana hatlarının belirginleşmesini sağlayan iki önemli unsurdu. Turntable’larda başlayıp sampler’lar ile çeşitlenen teknik yeniliklerin, kulaklardaki ritmik arayışlarla yakaladığı uyumun yanı sıra; yoksulluk, uyuşturucu, şiddet sarmalının altında yatan politikalara karşı yükseltilen seslerin rap şarkılarındaki sözlere gittikçe daha açık şekilde yansıması, rap müziğin bir bütün olarak toplumsal arayışlarla uyumunu da ortaya koyuyordu.

80’li yıllarda kültür endüstrisinin kaçınılmaz etkilerine maruz kalan rap, tekrar edip duran ritim üzerine söylenen “eğlenceli”, “tahrik edici” ya da zenginlikle eşdeğer “sugar hill” hayalleri kurduran sözlerden ibaretleştiği popüler mecrada daha büyük kitlelere ulaşırken, kendi içindeki alternatifler de yine tekniğin ve söz yazımının bilinçle buluşmasıyla filizlenecekti.

80’lerin ortasından 90’ların ortasını kapsayan dönemin, hip-hop kültürü açısından “altın çağ” olarak adlandırılmasında, özellikle rap müziğin ABD’de New York merkezli gelişiminin Batı kıyılarına kadar ulaşıp “gangsta rap”i doğurması, bir bütün olarak ana akıma meydan okuması ve bunlara paralel bir şekilde dünyayı da etki altına almaya başlaması tek sebep değildi. Artık bu kültürdeki underground/bağımsız alanlar rüştünü ispat etmişti, müzikteki yansımaları ise birçok “yeni”yi üretip ana akımı yoklayacak güce ulaşmıştı ve değeri altın gibi sürekli yükselen bir çizgi kalıcılaşmıştı.

“Alternatif rap” kategorisi altında birçok farklı işe imza atılmaya başlanan 80’li yılların sonunda caz ve rap müziğin harmanı, hem müzik altyapılarında hem de sözlerde köklere dönüşü vurgulayan oluşumların uzun süre verimli üretimler ortaya koyduğu duraklardan oluşmuştu. Örneğin, New York merkezli Native Tongue kolektifi; sample kullanımında türler arası yolculuğun, ritmin kelimelerle buluşmasında ise Afrika’ya uzanan yolculuğun peşindeydi. Bu kolektifte yer alan A Tribe Called Quest grubu, 90’lı yıllarda “caz rap” birleşiminin en başarılı örnekleri arasında sayılan albümlere imza atarken türler arası yolculuğun caz durağını uzun süre mesken tutma sebeplerini “Jazz (We’ve Got)” adlı şarkılarında dile getiriyorlardı:

“Çamur içinde yuvarlanmak için zamanımız yok

Bilmediğin bir yoldaysan, sana önderlik etmeme izin ver

Sakin neslin ruhuna katıl

Ve müzikle serinle ki seni, dinginleştirsin

Kuşlar, arılar ve bütün diğer muhteşemliklerle”

1998 tarihli “The Love Movement” albümünden uzun yıllar sonra, 2016’da son albümü “We Got It from Here… Thank You 4 Your Service”i piyasaya süren grup, tüm müzikal altyapı üretiminin bilgisayar yazılımlarıyla yapılabildiği bu çağda, sample kullanımlarındaki özgünlüğe ve güncel toplumsal sorunlara eğilen ve sözlerdeki dil ustalığına yansıyan hip-hop’un “altın çağ” ruhunu canlı tutmayı başarıyor. Albümde yer alan “Solid Wall of Sound” şarkısında Elton John’un “Bennie and the Jets”inin turntable’la adeta yeniden yorumlanmış olması veya “Dis Generation”da birbirinden farklı türlerden iki grup olan Musical Youth ve Invisible’ın yollarının kesişmesi… Böyle detaylarla birlikte piyasanın tektipleştirici etkisinden bağımsız bir şekilde müzikte “yeni”nin peşinden koşmanın coşkulu imkanını hatırlatan grup, bunu ilk albümünden bu yana yapmaya devam ediyor. 1990 tarihli ilk albümle başlayan yolculukları düşünülürken, Lou Reed imzalı “Walk On The Wild Side”ın unutulmaz bas melodisi fonda yükseliyor. A Tribe Called Quest yolculuğunda Reed’in işi nedir sorusuna ise grup, ilk albümlerindeki bir şarkı eşliğinde karşılık veriyor: “Can I Kick It?”

[1] https://www.wannart.com/hip-hop-kulturunun-babasi-olarak-anilan-efsane-dj-kool-herc/