Skip to main content

Çok temel konulara dair sorular, bazen bu soruların muhatabını hiç beklemediği şekilde afallatır. Öylesi anlarda akla düşenler arasındaki parça-bütün ilişkisini en verimli şekilde kurmayı sağlayacak şey ise, kimi konuların henüz bin parçaya bölünmeden, dallanıp budaklanmadan, temelde filizlenen sorularıyla ele alınmasının yol açıcılığıdır diyebiliriz. “Şarkıcı – şarkı yazarı nedir?” sorusunu sormama sebep olacak bir konuya dair yazmadan önce yaptığım bu giriş, “müzik nedir?”in cevap arayışında yolculuğa çıkacağımı düşündürtmesin size. Peki öyleyse? Mevzu şudur ki, bu yazının akışında “Searching for Sugar Man” belgeselinden edinilen bilgilerle hikayesinin peşinden gidilecek ve ona dair söz söylenecek olan Rodriguez (Sixto Diaz Rodriguez), şarkılarıyla ve yaşamıyla çok daha temel ve kapsamlı bir soruya götürüyor bizi; söz ve müziği Zülfü Livaneli’ye ait, en çok da ozan Hasret Gültekin’in sesiyle akıllara kazınan o türküde sorulanı hatırlatarak: “Bir insan ömrünü neye vermeli?”

2012 tarihli “Searching for Sugar Man” belgeselini izlemeden çok önce, müziğin sınırları aşan coşkusuyla uzak coğrafyalar arasında nasıl güçlü bağlar kurulabileceğinin gizem dolu izlerini taşıyan ve başarılı bir şekilde anlatılan hikayeyi duymuş, hemen hikayenin başrolündeki Rodriguez’in sesine kulak vermiştim. İzleyenlerin de dahil olduğu arayışın, belgeselin adında cisimleştiği haliydi ilk önce dinlediğim; Sugar Man. Sonrasında internetin “nimet”leri sayesinde tekrar tekrar dinlenen diğer şarkılar; I Wonder, Crucify Your Mind, Rich Folks Hoax, I Think Of You, Lifestyles, Street Boy…

Rodriguez, akustik gitarın merkezde yer aldığı müziği ve şiirsel şarkı sözleriyle “singer-song writer” ekolüne dahil edilen bir müzisyen. Türkçede “şarkıcı-şarkı yazarı” yerine “modern ozan”, “kent ozanı” gibi çevirilerle de ele alınan bu ekol, “bestesini kendi yapıp, sözlerini kendi yazdığı şarkıları kendisi söyleyen müzisyenler”i kapsayacak şekilde tarif edilirse, kapsam çok geniş ve birbirinden farklı türleri içine dahil edecek şekilde tutulmuş oluyor. ABD’de akustik gitarın ön plana çıktığı folk müzik geleneğinden hareketle şekillenen ekolün, sanayileşen kentlerin büyümesiyle birlikte artan toplumsal yoksulluk ya da bireysel yabancılaşmadan dem vuran ve çoğu zaman şiirsel bir akışa sahip olan sözleriyle birlikte ele alınması, bu anlamda daha çok tercih ediliyor. Elbette Woody Guthrie’den Pete Seeger’a, Bob Dylan’dan Phil Ochs’a protest müziğin simge isimleri de ekole dahil ediliyor.

Ekolden bahsedildiğinde Türkiye için akla ilk gelen isimlerden Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil, 80’li yıllarda yollarının kesiştiği Çekirdek Sanat Evi’nde, zamanının ötesinde üretimlere imza atıp, “eko-filtresiz” ve “organik” Çekirdek kasetlerini dönemin yasal boşluklarından yararlanarak bandrolsüz bir şekilde çoğaltarak 12 Eylül sonrası tüm boyutlarıyla sıkışan toplumsal yaşamın içinde nefes almak isteyen insanlara ulaşmışlardı. “Searching for Sugar Man” belgeselinde anlatılan Rodriguez’in hikayesinde, “korsan dağıtım”ın yeri ve hikayedeki gizemli boyuta sunduğu katkıyı düşününce, aklıma hemen Türkiye müzik tarihindeki bu kesit geldi. Farklı hikayelere kapı aralasa da, müzik endüstrisinin kontrol edemediği özgür seslerin kendilerine açabilecekleri özgün yolları işaret eden, dünyanın farklı coğrafyalarından iki örnek.

“Bilge bir adamdı, bir nebiydi. Müzik sanatçısı olmanın çok ötesindeydi.”

Rodriguez’in ikinci ve son albümü “Coming From Reality”nin yapımcısı olan Steve Rowland, belgeselde onun için bu sözleri söylüyor. Rodriguez’i, müzisyenliğin çok ötesinde olma haliyle; yani müzikle beraber felsefe ve edebiyatın da şarkıların doğasına hakim olduğunu hissettiren “şarkı yazarı” kimliğiyle tanımlıyor adeta Rowland.

İlk albümü “Cold Fact” ve ikinci albümünün ardından ABD’de beklenen başarıyı yakalayamayan Rodriguez, sesinin Güney Afrika’yı dolaştığı, fakat kendisinden habersiz gelişen süreçte, çoktan kendi şehri Detroit’te inşaatlarda çalışarak yaşamını sürdürmeye başlamıştır. 70’li yılların hemen başında imza attığı iki albümden önce ise yine bu sanayi şehrinde, emeğine yabancılaşan insanların sokaklarda kalan izlerinin peşinden giden, heybesine topladıklarını izbe barlarda ve seyirciye sırtını dönerek söyleyen Rodriguez, bir yanıyla daha en başından “sahne adamlığı”na da sırtını dönmüş gibidir.

68 rüzgarlarının estiği ve özellikle Bob Dylan’la birlikte “şarkı yazarlığı”yla buluşan protest müziğe yoğun ilgi gösterilen bir dönemde, Rodriguez’in iki albümü tüm bunların güçlü yansımalarını taşımaktadır. Ayrıca sanatçının büyülü sesi, Walter Benjamin’in “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” başlıklı makalesinde bahsedilen “teknolojinin gelişimiyle birlikte üretim koşulları değişen sanat eserlerinin yok olmaya yüz tutan geleneksel ‘aura’sı”nı adeta geri getirir ve böylece albümler, Detroit’teki o izbe barlara açılan birer kapıya dönüşür.

Bu koşullarda albümlerin beklenen ilgiyi görmemesine anlam veremeyen yapımcılar, Rodriguez’i listesinden çıkaran plak şirketi Sussex ve emeğiyle dost olduğu ölçüde onun değerini kollayan sanatçının yaşamını müzikten bağımsız kazanmaya başlaması…

İlk albümü “Cold Fact”te yer alan “This Is Not a Song, It’s an Outburst: Or, the Establishment Blues” adlı çalışmasında, kaçınılmaz somut bir gerçek olarak ifade ettiği, sistemi çökertmeye namzet genç ve öfkeli melodilerin yükselişine, kendi ülkesinde dahil olamasa da, Güney Afrika’da olacak ve çok başka şeyler yaşanacaktır. Kaos Yayınları’yla özdeşleşmiş “Ben Afrika’da kanat çırpan kelebeğin Kuzey Amerika’da yarattığı kasırgayı istiyorum. Ben kaos istiyorum!” sloganının istikameti terse dönmüş bir şekilde, Rodriguez Kuzey Amerika’da kanat çırpar ve kasırga etkileri Güney Afrika’da hissedilir.

“Her devrim bir şarkıya ihtiyaç duyar ve Cold Fact, Güney Afrika’da insanlara farklı düşünme ve akıllarını özgür bırakma iznini veren bir albüm oldu”

Bu sözler, “Cold Fact”in Güney Afrika’da yarattığı efsanenin ardında yatan gizemi çözmek isteyen ve belgeselin akışında bize çoğu zaman eşlik eden müzik gazetecisi Craig Bartholomew-Strydom’a ait. Rodriguez, Detroit’in sisle kaplı, karla örtülü yollarında eviyle işi arasında gidip gelmeye devam eder, toplumsal mücadeleden geri durmaz ve üç çocuğunu yetiştirirken; dünyanın bir başka köşesinde hakkında türlü türlü hikayelerin anlatıldığından, “Cold Fact” albümünün korsan çoğaltım ve dağıtımla elden ele dolaşıp “beyaz, liberal, orta sınıf” ailelerin evlerinde sıkça dinlendiğinden, Apartheid rejimine karşı gelişen toplumsal mücadelede o ailelerin çocuklarının da yer almasında etkili olan söylemler sebebiyle albümün yasaklandığından ve kaset teknolojisiyle korsanın buluştuğu noktada bu yasakların aşılarak albümün yüz binlerce kişiye ulaşmaya devam ettiğinden habersizdir.

Belgeselde birbirinden habersiz bu iki dünyanın buluştuğu; daha doğrusu sanatçının yaşamına dair bilinmezliğin yarattığı gizemi çözmek isteyenlerin çabasıyla, sanıldığının aksine hala hayatta olan Rodriguez’e ulaşıldığı noktada, söz artık onun ve üç kızınındır. Tabii bir de yaşamının önemli bir bölümünü geçirdiği yapı işlerinde onunla beraber çalışmış arkadaşlarının.

Meksika göçmeni ailelere mensup birçok ABD vatandaşı gibi mavi yakalı bir işçi olarak hayatına devam eden Rodriguez, iş arkadaşı Rick Emmerson tarafından “günde 8-10 saat çalışsa da smokin giymekten vazgeçmeyen”, “ünlü şairler veya sanatçılar gibi, sıradan şeylere anlam kazandıran, onları sıradanlıklarından arındıran büyülü bir özelliği olan, önder bir sanatçı” olarak anılır. Zor koşullarda yaşansa da büyük hayallere sahip olunabileceğini kızlarına hissettiren, onların gözünde “banka hesaplarının söylediğinin aksine, ‘canımın istediği her yere gidebilirim ve gidiyorum da’ der gibi” yaşayan ve onlara sanat konusunda birçok bilgi verip; müzelere, bilim merkezlerine götüren, “büyük hayaller kurulmaması gerektiğini dayatan” şehre karşı bilgece gülümseyebilen bir babadır.

Apartheid rejimi sona erip, Rodriguez’e dair gizemin çözüldüğü 90’ların ikinci yarısında, artık sırada Güney Afrika’da verilecek konserler vardır. Ve Rodriguez’in tüm bu süreçteki dinginliği, sadeliği, Türkiye yapımı bir kısa belgeseli akla düşüren çağrışımla adeta “ben geldim gidiyorum” diyen hali…

Onca yıl sonra bir anda haberdar olduğu gerçekle, binlerce kişiye verilen konserler, televizyon röportajları ve büyük ilginin nice yansıması eşliğinde yüzleşen Rodriguez’in, kaldığı yerden rahatça devam ediyormuş gibi olması hiç şaşırtıcı değil, çünkü gerçekten de kaldığı yerden devam eden; Güney Afrika’daki büyük hayran kitlesiyle buluşsa da, ABD’de özellikle belgesel sonrası artan ilgiye paralel olarak turlara çıksa da kazancını arkadaşları ve ailesine dağıtan, halen uzun yıllardır yaşadığı evinde kalan, geçmişten bugüne toplumsal mücadeleden kopmayarak, şarkılarında yankılanan güzelliği yaşam pratiğine döken birisi var karşımızda. Bu topraklardan bir ozanın sesiyle sorulan “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna, yaşamıyla çok uzaklardan cevap veren bir ozan gibi.

 

Not: Güney Afrika’daki süreç Rodriguez’den habersiz gelişerek, sanatçı yaşamını Detroit’te yapı işleriyle kazanırken “Cold Fact” albümü bir yandan Avustralya’da da başarı yakalar. Hatta 1979 yılında buraya giderek konserler veren Rodriguez’in bir tane de konser albümü kaydedilir. Güney Afrika’daki toplumsal etki ve uzun yıllar süren bilinmezlik/gizemin peşinden giden bir belgeselden hareketle yazılan bu yazıda, sanatçının müzik yaşamındaki bu güzel detayı da atlamamış olalım.