Boşluk, geçen hafta “Balkon ve Bizim Rüyalar” ile birlikte incelemeye başladığım Altyazı Fasikül dergisinin “içeriden dışarıya” serisinin bir başka kısa filmi. Seriyi yazmaya devam etme fikri oluştuktan sonra “boşluk”ta karar kıldım. Bunun birkaç nedeni var: Seyre başladığımda filmlerle seyirci konforunu sarsmayacak bir mesafeden ilişkilendiğimi düşünüyordum; ancak pandemi döneminde haneye indirgenen hayatı deneyimlemiş herkesin, benzer bir daraltılmış alan psikolojisini tatmış olmasının seyir deneyimini katılımcı bir yerden dönüştüreceği fikri tek başına görüntüyle değil, sinemanın çoğul araçlarının sunduğu imkanlar ve açıklıklar dolayımıyla gerçekleştiğinde izleyeni sunduğu evrenle kapsadığını fark ettim. Boşluk bu anlamda; geçen hafta rüya kayıtları üzerinden başlayan tematik ögelerle entegre ilerleyen anlatısal özellikler taşıyor. Rüyaları ve sesleri, mekansal tecritle beraber yeniden düşünmenin kapılarını bu kez apartman boşluğuna açıyor. Kentsel tecrübenin çoğunlukla kamusal hayat etrafında algılandığı dönemlerin aksine, karantina koşullarının zorunlu kıldığı kapalı mekansal unsurlar üzerinden kamusal hayatı sürdürme deneyimine odaklanan seride; apartman boşluğunda biriken seslerin, mekansal aidiyetle olan ilişkisine bakıyoruz.
Filmin yönetmenliğini üstlenen Begüm Özden Fırat’ın ilk yönetmenlik ve kurgu deneyimi olmuş Boşluk. Esas mesleği akademisyenlik olan Fırat, sakini olduğu Kurtuluş (Tatavla) mahallesinde sesleri kaydetmeye ilk olarak sesin mekansal aidiyetle olan ilişkisini incelemek için Kurtuluş’un sessel topografyasını çıkarmaya çalıştıkları bir sosyolojik araştırma dahilinde başlıyor. Ardından kendi deyimiyle, “karantinanın getirdiği boşluğu kapatmak” için katıldığı bir kurgu atölyesinde bunu bir kısa film projesine dönüştürme kararı alıyor.
Filmin de araştırmanın da peşine düştüğü mesele; farklı toplumsal grupların sesler aracılığıyla birbiriyle nasıl ilişki kurduğu, hangi seslerin kısık, hangi seslerin baskın, hangi seslerin ise hiç duyulmadığı ya da komşuların birbirini nasıl duyduğu sorusuna aranan yanıtları içeriyor. Bu yanıtlar etrafında kamusal eşitsizliklerin ya da görünürlük mücadelelerinin seslerini işitiyoruz. Fırat, yaşadığı apartman boşluğunun aydınlık alan penceresine sabitlediği kamera görüntüsüyle açıyor filmi, akabinde değişen zaman dilimlerinde bu boşluğa farklı açılardan bakarken biriken sesleri işitiyoruz ve bu seslerin kimlere ait olabileceğini tahmin etmeye çalışıyoruz. Fırat, apartman boşluğundan her zaman içeriye ait çeşitli sesleri duyabildiğini; ancak pandemi döneminde bu seslerin arttığını ve buna dışarıdan gelen seslerin de çeşitli biçimlerde dahil olduğunu ifade ediyor.
Burada biriken seslerin görüntüye nasıl eşlik ettiğine dair bir değerlendirmeye girişmeden evvel, bu seslerin birbiriyle olan ilişki ve rekabetlerinin toplumsal çıktılarını anlayabilmek adına mahallenin tarihine doğru kısa bir tur atmak gerektiğini düşünüyorum. Yaklaşık 470 yıllık bir tarihe sahip olan bu mahalle, İstanbul’un Şişli ilçesine bağlı. 1929’daki büyük yangından sonra Tatavla olan adı Kurtuluş olarak değiştiriliyor. Semtin bilinen ilk sakinleri çoğunlukla Rumlardı. 1953’teki nüfus mübadelesine kadar da benzer bir demografik yapının sürdüğünü söyleyebiliriz. Tatavla ilerleyen yıllarda, bölgeye zanaat erbabı olan Ermenilerin ve Yahudilerin de yerleşmesiyle beraber kültürel olarak hızla çeşitleniyor. Bu anlamda geçmişten beri Osmanlı’da “ümmetin”, Cumhuriyet’te “milletin ötekisi” olarak kalanların yaşadığı bir bölge oluyor. Sonraki yıllarda mahallenin kapsadığı iki büyük caddenin adı Bozkurt ve Ergenekon olarak değiştiriliyor. Mahalle üzerinden kültürel ve siyasal bir harbin o günlerden şimdiye hala yürütüldüğünü görmek mümkün. Bugün eski nüfusunun bir kısmını korumakla birlikte, üniversite öğrencilerinin, akademisyenlerin, göçmenlerin, LGBTİ+’ların çoğunlukla yaşadığı ve dayanışma ağları oluşturduğu bir mahalle haline geldi. Çeşitlilik bakımından Tatavla’nın ruhunun geri çağrıldığını söyleyebiliriz. Yine de mahalle, belli bir siyasal hatta yakın olan topluluklar dışında da oldukça kozmopolit, çoğu kontrast görüşün birlikte barındığı bir bölge.
Apartman boşluğuna geri dönecek olursak yönetmen ses üzerinden imgelere nasıl bakılacağını düşünürken sessel alanın bir mücadele alanı olduğunu, biriktirdiği ses ve görüntü kayıtlarını kurgularken fark ettiğinden söz ediyor. Hanelerden yansıyan aydınlık ve karanlığını çeşitli açılardan seyreylerken daha gündelik seslerle (bulaşık, banyo, evlerdeki konuşmalar vs.) kamusal seslerin bir rekabete giriştiklerini işitiyoruz. Bana kalırsa filmin deneyimini bu kadar özel kılan da bu oluyor. Sela sesiyle, sağlık emekçilerine destek için gelen alkış sesleri, apartman boşluğunda üst üste biniyor. Kamusal temsilleri açısından; Fırat’ın deyimiyle, dünyevi olanla ührevi olanın, aşağıdakilerle yukarıdakilerin karşılaşmasını işitiyoruz. Ardından bu mücadele pistinde gündelik sesler de karnavalın bir parçası olduğunda, yönetmen görsel olarak bu kakofoniyi karşılayacak bir biçimsel tercihle küçük apartman boşluğu görüntülerinden oluşan çoklu ekran görüntüsü sunuyor. İşitsel anlamda gerçekliği yitirdiğimizi hissettiğimizde, görsel yapının da bunu karşıladığını fark ediyoruz. Bir anda mit ile gerçek, rüya ile maddi olan birbirine karışıyor. Akabinde 23 Nisan, 1 Mayıs, 19 Mayıs, Gezi Anması ile gelen protest sesler, filmin sonuna doğru İstiklal Marşı sesiyle bastırılıyor. Bu anlamda Ulusal Marş, bir ortak duyu unsuru olarak egemen bir işlev görüyor ve bütün sesleri arkasına alan bir sessizliği getiriyor peşinden. Görsel olanın gerçekliğin fiziksel kuruluşunun da yegane temsilcisi olmaya aday olduğu bir çağda, işitsel olanın kamusal olanla ilişkisini yeniden hatırlatması; seslerin aidiyet yapıları, ortaklıklar ve karşıtlılar hakkında kendi dilini ve deneyimini ören bir unsur olarak değer görmesi, bu filmi kendi kategorisinde oldukça özel yapıyor.