Küba ve müzik denince akla ilk gelenlerden birisi; Buena Vista Social Club. 1930’lardan 50’lere kadar Küba müziğine damgasını vuran farklı tarzların birçok usta isim tarafından icra edildiği bir müzik kulübünün, kapandıktan onlarca yıl sonra bir müzik topluluğu sayesinde tüm dünyada simgesel bir anlam taşır hale gelme süreci, müziğin gücünü keyiflice yansıtan hikâyesiyle her daim anılmaya değer. Bu hikâyede çıkılacak yolculuğu sinemasal anlatımın gücüyle renklendirmek ve daha derinlikli bir hale getirmek ise toplulukla aynı adı taşıyan 1999 tarihli belgeseli izlemekle mümkün. Süreç içerisinde eşzamanlı olarak hayata geçirilen Afro-Cuban All Stars projesinin yanı sıra uzun bir zaman sonra imza atılan Afrocubism projesi de Buena Vista’nın yolculuğu kapsamında değerlendirilebilir; hatta Afrocubism, 2010 yılında piyasaya sürülen bir albümle ismini duyurmuş olsa da çok daha öncesinde Küba’daki sürecin filizlenmesine katkı sunuyor. Talihsizlikleri bir engele değil de durmaksızın atılacak yeni adımlara dönüştüren kaynak, geleneksel Küba ezgilerinin köklerden bugüne taşıdığı yaşam coşkusu oluyor.
“Dünya Müziği” kategorisi, Batı merkezli bir bakışla dünyadaki Batı-dışı toplumların yerel müziklerini kategorilendirme ve onları müzik endüstrisinin içerisinde “değerlendirilebilir” formatlara dönüştürme çabasının bir ürünü olarak ele alınmıştır kimi zaman. Bu format dönüşümü de farklı renkleri taşıyan seslerin, dönemin popüler tarzları temelinde tektipleştirilmesi riskini beraberinde getirebiliyor; ancak “dünya müziği” kapsamında ele alınan tüm çalışmaların aynı kaderi paylaşmadığını söylemek mümkün ve World Circuit Records bu anlamda akla gelenler arasında.
1980’lerin ortalarında Londra’da kurulan bu plak şirketi, özellikle Küba ve Afrika merkezli birçok başarılı projeye imza attı. Bunlar arasında ilk defa dünya çapında ses getiren “Talking Timbuktu” adlı albümde, Malili efsanevi müzisyen Ali Farka Toure’ye Ry Cooder eşlik etmişti. ABD’li gitarist ve şarkı yazarı Cooder, birkaç yıl sonra World Circuit Records’dan yapımcı Nick Gold tarafından bu kez Havana’ya davet edilir ve hesapta yine Mali vardır. Yeni proje kapsamında Kübalı müzisyenlerle Mali ezgilerini adaya taşıyacak müzisyenler bir araya gelecek; kadim köklerle filizler harman olup yeni müziklerin doğumu için her daim verimli bir kaynak olan Güney’in “Afrokübik” halleri müzikseverlerle buluşacaktır; ancak Malili müzisyenlerin vize almakta sıkıntı yaşayıp Küba’ya uçamamaları, bu sefer Küba müziğinin 1930’lu ve 50’li yıllar arasındaki köklerini canlandırmak için eski kuşak sanatçıları bir araya getirme projesini, hem de birkaç gün içerisinde harekete geçip kayıtlara başlanacak şekilde ortaya çıkarır. “Afrocubism” albümüyle çıkılan Mali – Küba arası müzikal yolculuk içinse 2010 yılını beklemek gerekecektir.
1950’li yıllardan bugüne taşınan nostaljik havayı birebir koruyan bir stüdyoda, o yıllardan itibaren uzun süre Küba müziğinin geleneksel son, guaracha, guajira, bolero gibi tarzlarında önemli üretimleri arkalarında bırakmış isimler bir araya gelir. Bu isimler, devrim öncesinde de sonrasında da Küba’da yaşamış, müziğin içinde severek ve her daim gençleşerek kalmayı başarmış ama 90’lı yıllara gelindiğinde artık daha geri planda kalmış isimlerdir; ancak yılların tozu bir trompet nefesiyle uçup kaybolur adeta. Ruben Gonzales’in piyanoda bilgece gezinen parmakları, Ibrahim Ferrer, Omara Portuondo, Pio Leyva ve Manuel “Puntillita” Licea’nın geçmişi bugüne taşıyan coşkulu sesleri, Compay Segundo’nun tres gitarla bariton vokalinin uyumu ve Küba müziğiyle özdeşleşen daha birçok müzisyenin bu topluluğa kattığı özgünlükler…
Uzun yıllar içerisinde Küba’dan ABD’ye göç edip New York merkezli gelişen müzikal çizginin “salsa patlaması”na evrilmesinde etkili olan birçok müzisyen var. 60’lı yılların sonunda ağırlıklı olarak Küba ve Porto Riko’nun geleneksel ezgileri New York’ta bu sürece özgü bir değişim geçirirken Küba’daki arayışlar ise daha çok politik yönü ağır basan Nueva Trova ve eğlence alanında ise caz, funk etkileşimli yeni tarzlara doğru gelişiyordu. Buena Vista Social Club topluluğundaki isimlerin çoğu, işte tam bu dönemlerde eski üretkenliklerinden uzakta kalmışlardı.
Müzik endüstrisinin “salsa” soslu işleri sevmesiyle birlikte patlama yaşayan üretimlerin tüm dünyaya yayıldığı merkez haline gelen ve bu konumunu uzun yıllar boyunca koruyan New York’a, toplulukla aynı adı taşıyan albüm sonrası bir konser için gelen müzisyenlerin çocuksu heyecanı, belgeselden aklıma kazınan sahneler arasında en ön sıralardadır. Kendi kuşaklarından başka müzisyenler gibi göç yollarına düşmemiş olsalar da onca yıl sonra ve hiç hesapta yokken gelen dünya çapındaki başarıyla beraber New York, Carnegie Hall’da sahne alma heyecanının, dev gökdelenler arasında sıkışan caddeleri arşınlama heyecanıyla buluşması; Küba müziğinde hüznün de neşenin de daimi bir yaşam coşkusuyla taşınıyor olmasının güler yüzlü sebeplerini yeniden irdeleme isteği uyandırıyor.
Bu coşku dünden bugüne Buena Vista Social Club şarkılarında kulaklara taşınırken benzer proje Afro-Cuban All Stars’ın ya da topluluktan isimlerin solo albümlerinin buna katkısı da unutulmamalı. Küba’nın geleneksel müziklerinin Mali’den koro, ngoni, balafon ve talking drum enstrümanlarının eşlik ettiği ezgilerle buluşmasını sağlayan Afrocubism albümüne, aslında tüm bu sürecin temelinde yatan ilk fikir olmasından hareketle günün dingin bir anını ayırmak da daha çok evlerde olunan bu sürecin sıkıntısından bir süreliğine kopmanın müzikli yolu olacaktır.