Her çocuk gibi benim de yememek için ısrar ettiğim hatta kokusunu dahi alsam mutfaktan kaçtığım yemekler vardı. Ciğeri hiç sevmezdim mesela. Çocukken babam, mahalledeki yavru kediler için ciğer kaynatırdı. Kokusu yüzünden evi terk ederdim. Kapya biberle aram yoktu. Yaşım ilerledikçe közlenmiş ve zeytinyağına yatırılmış kapya biber en sevdiğim yancılardan biri haline geldi. Ben büyüdükçe damak tadım da büyüdü. Aynı kişiliğim gibi tat algılarım, beğenilerim de gelişti, değişti. Ama her geçen güne rağmen, tek bir yemeği hiç sevmedim: Madımak.
Evimizin eski kitaplığında en çok kitabı olan yazarlardan birisi Aziz Nesin’di. Okumayı söküp, kafam da biraz ermeye başladıktan sonra bizimkiler, bu Aziz Nesin kitaplarını koymuşlardı önüme. Asla çocukça olmayan ama çocuklarla iyi dost olan bu kitapları okumak, o dönemler en büyük tutkumdu. Ailemin beni yanlarında götürdükleri eylemlerin birinde, kürsüde konuşan kişinin Aziz Nesin’den ve ölen birçok insandan bahsettiğini duyunca dikkat kesilmiştim. O dönemler, ailemle gittiğim her eylemin aynı şey olduğunu düşünüyordum çocuk aklımla. O zamanlar oldukça da sık oluyordu bu eylemler; fakat bu seferkinin farklı olduğunu Madımak ismini duyunca anlamıştım.
O gün, Madımak’ı öğrendiğim gün olmuştu. Madımak hayatıma bir yemek ismi olarak girmemişti. Ben onu güzel insanların yakılarak katledildiği bir otel ismi olarak öğrenmiştim. Çocukluğum insanın insana böyle bir şeyi neden yaptığını tam olarak anlamama fırsat vermese de belleğime kazınan iki şey vardı; dünyada kötü insanlar vardı ve Madımak kötü bir yerdi.
Yaşım ilerledikçe dünyayı algılayışım ve ona bakış açım da değişmeye başlamıştı. Artık her şeyin sebep-sonucunu daha iyi anlıyor, kendimce çıkarımlarda bulunuyordum. Madımak’ta olanları, o insanları kimlerin ne için yaktığını daha iyi anlıyordum. İtiraf edeyim içten içe de bir öfke duyuyordum bu olanlara; fakat bu öfkenin günlerden birinde önüme bir tabak yemek olarak konabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Madımak, esasına bakarsanız bir çeşit ottur. Görünüşü zahteri andırır hafif. Ufak, odunsu bir gövde üzerinde yassı şekilde yetişen bir çeşit ot. Tarımı falan da yapılamadığı için aslında zahmetlidir de çünkü dağa taşa çıkıp tek tek elle toplamak gerekir eğer ki yemeğini yapmak istiyorsanız; hatta bu otun üzerine yazılmış türküler de vardır; “Oy madımak” diye. Genellikle Çorum, Sivas yöresinde yetiştiği için, o yörelerde birçok farklı şekilde yemeği de yapılır. İşte bu yemeklerden biri, hiç beklemediğim bir anda karşıma gelmişti bir gün. Madımak’ın sadece bir otel ismi değil de aslında bir ot ismi olduğunu da o gün öğrendim. Ben tabaktaki madımağa bakıyordum o da bana. Birileri çıkıp da insanların ideolojik yargılarının yerde biten bir otla çatışacağını söylese gülerdiniz değil mi? Ama oluyormuş. O gün o yemeği yiyemedim. Evet, bir yemeğe küsmüştüm. Hem de tadı veya dokusu yüzünden değil. Sadece ve sadece adı yüzünden.
Tat algımın yıllar içinde değiştiğinin farkındaydım. Yaşlandıkça daha çok tada kendimi açıyor, daha farklı yemeklerin tadına bakmak için uğraşıyordum. Ben yemek konusunda kendimi geliştirmeye çalışsam da kişiliğimin bunu bir noktada etkileyebileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. O gün madımak yemeğinde yaşadığım çatışma, kişiliğin hazlar üzerinde son derece etkili olduğunu bana göstermişti. Yaşamın en kesişmez alanlarındaki iki olgunun, birbirini böylesine etkileyebilmesi beni hayrete düşürmüştü. Duygularım ve toplumsal tarih bir araya geliyor, mantığımı devreden çıkarıyor ve bir yemeğe sadece yemek olarak bakmamı engelliyor. Hâlâ bir lokma madımak yemiş değilim. Sanırım karakterim değişmediği sürece de hiçbir zaman yiyemeyeceğim.